Wednesday, December 20, 2006
Sana
Friday, December 15, 2006
evofis

Wednesday, December 13, 2006
Sunday, November 12, 2006
Basliyorum!
Kisaca: hayatta herseyde idare edecek kadar iyiydim, ancak hicbirseyde cok iyi olamadim, bari birtek yapmayi sevdigim birseyde iyi olayim istiyorum. Oyleyse; ben su andan itibaren dusunmeye ve dusunduklerimi de "nasilim, yazabiliyor muyum?!?" ya da "acaba okuyan ne dusunur" kaygisi tasimadan yazmaya basliyorum.. aklimdan kacirdigim guzel kelimeler, butun o kucuk hikayeler gelip beni biryerlerde bulsun umuduyla..
Monday, November 06, 2006
Vizesiz Seyahat Özgürlüğünden Manzaralar

Bir cuma öğleden sonrası işlerimizden apar topar kaçtık ve en yakındaki Paris trenine atladık

3 saat sonra bu Otele ulaştık

Odamız küçücük ama çok şirindi, ben keyfini çıkarırken....


Guardian ve Milliyet satan bir gazeteci bulduk ve
ardından kruvasan ve kahve boyutunda memleket meselelerini çözmeye koyulduk..





Onun bile daha az acıklıydı oralarda sanki dili.


Trende artik ne harcanan paralar, ne yorgunluktan sızlayan ayaklar konuşuldu.
Bol bol uyundu uyundu uyundu...
Wednesday, October 25, 2006
Son Bir Ay
- Gittik, gezdik, yedik, ictik, optuk, koklastik, geldik... Bu sefer Tuna'ya is bile aradik hatta, ama bulamadik. Kariyer.net'teki arastirmalarimizda ortaya cikti ki, benim muhendislik 3. sinifta okuyan comez kardesime bile is var, Tunaya is yok gozunu sevdigim memleketimde... Ne istir anlamadim! Sinirimi tabii ki iki yeni ayakkabidan cikardim. Ama indirim bitmis maalesef, sinir cikaracak baska sey bulamadim :(
- TEPE HOME denilen akillara ziyan bir mekan varmis yurdumda...toplayip tum dukkani almak istiyor insan... yok yok, donmeyelim biz turkiyeye harbiden masrafli olacak ev kurmak...
- (Alim, sen burayi okuma!) Turkiye'de doktora gitmek ne kolay... oduyorsun parayi saatlerce orana burana bakiyorlar, sorularini cevapliyorlar... ustelik bekleme odasindaki plazma televizyon, deri koltuklar, sicak cay ve pogacalar da cabasi. Tanri buralarda cektigimiz NHS sefilliginin bedelini bize boyle oduyor olmali.
- Ruya gibi gecen bir 15 gunun ardindan soylene soylene evimize giriyorduk ki, postada ingiliz vatanadasi oldugumuza dair bir mektup bulduk... Mutlu olduk tabii...Simdi gelsin vizesiz seyahatler! Ama Paris'e gidesimiz kalmadi artik... Isleri yok mu bu adamlarin baska, anlamiyorum ki!!
- Bu arada, bu konuda pek yorum yapmayim diyorum ama Nobelimize cok sevindim!! Adamin bircok kitabini - Istanbul haric - severek okumus, hatta Benim Adim Kirmizi'nin Ingilizcesini bitirmistim ... Dedikleri demedikleri soyle dursun, memleketimden bir Nobel cikti ya, artik olsem de gam yemem. Ama ileride bir nobel de Elif Safak'a giderse, kim dagitiyor bu nobeli merak edecegim dogrusu!
- Konu kitaptan acilmisken; Ankara'ya bir D&R acilmis kiii...cok randiman aldik. Cam kenari berjerlerinde kitaplara dalmak super oldu. Bircok kitap edindik. En son "Mevlananin Gizli Ogretisi" isimli kitabi okuyorum, ve cok sey ogreniyorum. Ayrica kardesim, yine D&R'da elimden birakamadigim bi baska Mesnevi hikayeleri kitabini da hediye etmisti gelmeden, o da basucu kitabim oldu, geceleri uyumadan birkac satir okuyorum, Diana Krall esliginde cok iyi geliyor. Hatta su aralar nerede Diana Krall duysam esnemeye basliyorum. Pavlov'un kulaklari cinlasin.
- Dondukten sonra, Turkiye'de buyutulen midelerle oruc tutmak kolay olmadi... ayrica iftar saatlerinde trenlerde surunuyor olmam olaya ayri bir zorluk seviyesi getirdi. Yine de her ramazanda oldugu gibi hep ayni seyi dusundum iftarda yedigim ilk lokmadan sonra: Nur icinde yat babannem!
- Ayrica oruc olayi, kaderin bir cilvesi olarak en sevdigim Alman arkadasimla arami aciyordu az kalsin. Kendisinin yemek teklifini "uzgunum gelemem oruc tutuyorum" seklinde reddedince ben, cevabimi "yemek zorunda degilsin, sen de biseyler icersin" seklinde aldim. Ben kazmaligin bu seviyesi karsisinda hayretler icinde kalirken, neyse ki, Hindu kocasi devreye girdi de kucuk olcekli bir kulturler catismasini kazasiz belasiz atlattik.
- Dondugumden beri hayattan daha fazla keyif alir gibiyim, neden acaba? Eskisi gibi aglak seyler yazmak istemiyorum artik.. guzel seyler yazmak istiyorum.. ama aklima bisey gelmiyor... Bari diyorum bir cocuk dogurayim da, bana malzeme olsun.. eminim o zaman anlatacak cok sey cikar, kitap bile yazarim hatta... Gerci cocuk istemek icin biraz sacma bir sebep gibi sanki bu !!
Durumlar kisaca boyle... Ilgilenenlerin bilgisine...xxx
Thursday, September 14, 2006
Hadi Bize Baayy

Mujdeler olsun herkese... koca bir yazdir ayarlayip gidemedigimiz iki haftalik Turkiye seyahatine 16 Eylul sabahi itibariyle basliyoruz kismetse. Rotamiz herzamanki gibi Alanya-Konya-Ankara arasinda degisecek. Bu rota uzerinde sevdiklerimizi gorecegiz, deli gibi yemek yiyecegiz, ve cok sevgili patronum yuzunden son haftamizin Ramazan'a denk gelmesi bile hizimizi yavaslatmayacak diye umuyorum tum kalbimle. Iste tatilimiz icin YAPILACAKLAR listesi:
1- Uzuuun kahvalti sofralarinda demlik demlik cay tuketilirken, stratejik ailevi kararlar alinacak (mertin master konusu, muratin ciddi planlari, babamin kumandalari kolay bulmaya yonelik en son bulusu, annemin dukkanin gelecegiyle ilgili dusunce ve projeleri vs..).
2- Kahvaltinin uzerine "biz bi dalip cikalim" diyerek soyle bir sahile uzanilacak. Tuna bir ton baligi kivrakliginda suzule suzule yuzup gozden kaybolurken, Muge boyunu gecmeyen yerde, suya dusmus kedi yavrusu misali cirpinacak, bes dakika sonra da cikip "amma da yuzdum canim, bu artik beni bir sene idare eder" diyerek kumlara uzanacak.. elinde kitabi, yaninda Mert'i son aylarin kritigi yapilirken kisin daha az usumek icin bol bol gunes depolayacak, mumkunse de birkac ton bronzlasacak.
3- Yeni jenerasyon kuzen, arkadas bilimum es dost bebekleri sevilecek, minciklanacak, eh hadi ama siz ne zaman yapiyorsunuz bunlardan bi tane seklindeki sorular "kolaysa gelin siz yapin gurbet ellerde" seklinde savusturulacak, daha da israr edenlere "sizin oralarda kulturune, ozune bagli terbiyeli bir cocuk yetistirmenin ne kadar zor oldugundan haberiniz var mi? sniff snifff" seklinde aglamakli bakilacak.
4- "ee, ne zaman kesin donus" diye girilen konularda, "valla biz de cok donmek istiyoruz ama buralarda Tuna'ya gore is yok" seklinde cevap verilerek suc Turkiye'deki teknoloji sektorune, is piyasasina ve hatta utanmadan devlete atilacak.
5-Ramazan'da es dost ile iftar yapilacak, daha da guzeli ramazan pidesi yenilecek. Ustune bir de tahinli pide yenilecek.. Ustune bir de kaymakli ekmek kadayifi yenilecek.. sonra mide fesadi gecirmeye ramak kala durulup soyle demli bir cay icilecek.
6- Rutin saglik kontrollerinden gecilecek, akillara takilan sorular cevap bulacak (insallah). Ayrica burada saglik sigortasi dururken Turkiye'de ozel hastanelere milyonlarca Yeni Turk Lirasi bayilmanin verdigi sucluluk duygusu "neyse canim iyi ki de geldik buradayken, simdi kim isten izin alacakti" seklinde gecistirilmeye calisilacak.
7- Hala indirimler devam ediyorsa deli gibi alisveris yapilacak, yok eger devam etmiyorsa makul mantikli olculerde para harcanip geri donuste kocadan "bu turkiye gidisleri cok maliyetli oluyor" seklinde laf isitilmeyecek. Yine de aylardir aranip bulunamayan guzel bir cift yuvarlak burunlu rahat ayakkabi Tunalinin altini ustune getirmek suretiyle bulunacak ve parasi neyse alinacak. Ayrica kocaya ben Koton, Boyner gibi Turk tekstilinin mabetlerinde saatler gecirirken ugrasacagi bir ilgi alani bulunacak.
8- Lutfen yani o kadar da kafasiz degiliz heralde... elbette Remzi'ye ve Dost'a da ugranip senelik Turkce kitap, cd takviyesi yapilacak..
8- Herkes cok cok opulecek, kucaklanacak, koklanacak, hatiralar fotograf makinelerine, akillara, fikirlere sigmayacak... nasil gecti 2 hafta, daha dun gelmistik seklindeki tipik donus replikleri soylenecek.
9-Bavullar hazirlanirken Tuna kucuk olcekli bir "agirlik sinirini gectik" panik atagi yasayacak. Sonra goturmek isteyip goturemedigimiz ivir zivirin arkasindan Muge aglamakli bakarken Tuna "hic oyle bakma sigmiyor iste" diyecek, yine de onemli bir kismini sigdirmayi basarabilecek.
10- Ayrilik saati geldiginde hic uzulmuyormus gibi, aglamak istemiyormus gibi cok mutluymus gibi yapilacak. Ancak kapidan gecip gozden kaybolur kaybolmaz "donus yolu" moduna girilecek. Dort saatlik yolculuk boyunca gozyaslari icinde uzakta olmamizin suclusu aranacak, ve elbette aranan insan yan kolktukta heyecan icinde bulutlara bakip "acaba su anda nerenin ustundeyiz" gibi anlam verilemeyen bir konuda kafa yorarken bulunacak. Bir sure surat asilacak hayat herkese zindan edilecek.
11- Sonra eve gelinecek.. evim, guzel evim denilecek..aslinda insanin en mutlu oldugu yerin dunyanin neresinde olursa olsun kendi evi oldugunun farkina varilacak ve surat asma modu yerini bir rahatlamaya birakacak. Bavullar acilacak, annenin gizlice bavula koydugu biber salcalari, receller buzdolabina koyulacak. Kazaklarin ustunde kalmis anneye veya kardese ait sac telleri bulunursa ozenle saklanacak. Fotograflara tekrar tekrar bakilacak, burun sizlatan aglama hissine yenik dusup biraz daha aglanilacak. Sonra Tuna asagidan "gel askim eastenders basladi" diyecek, komsum hosgeldin'e gelecek, aksam olacak, eve herzamanki sessizlik dusecek. Bahceye acilan kapinin yanindaki kanepenin en sevilen kosesi, calisma odasindan yukselen muzigin sesi, disaridan gelen yagmur kokusu ve tanidik bir serinlikle birden goze daha sevimli gorunurken ev, hayat bir sekilde kaldigi yerden devam edecek.
Wednesday, August 02, 2006
Rüya
Wednesday, July 12, 2006
Hikaye bunlar...

Zaman ilerlemis, yemekler bitmeye yakin, Ingiliz olan Turk'e "Ailenden hala Turkiye'de yasayan var mi?" diye sormus. Turk "Bir tek ben ve kocam buradayiz" demis, ve bu dedigine kendisi de ilk kez duyuyormuscasina sasirmis. Ingiliz bu cevaba karsilik, suratinda anlam veremeyen bir ifade ve agzinin icinde geveledigi bir parca pizzayla "Oyleyse burada isiniz ne?" diye sormus. O anda bizim Turk, sanki bu daha once hic aklina gelmemiscesine, islerinin ne oldugunu her Allahin gunu dusunmemiscesine kalkip bu fikir icin Ingiliz'e tesekkur etmek, sonra kosarak evine gelip, kocasinin kolundan tutup, kirmizi arabalarina atlayarak hizla yurdunun yolunu tutmak istemis. Ne var ki, elinden gelmemis. Icinden annesini ozlemis. Raviolisinden bir catal daha alip yutmak suretiyle burnunun diregini sizlatan aglama hissini bir cirpida geldigi yere gondermis. O esnada coktan baska biriyle baska bir anlamsiz konuya dalmis olan Ingiliz'e bakmis ve bu kadar kotu kalpli oldugu icin ona küsmüş. Bir daha da gece boyunca o Ingilizin suratina bakmamis.
Bu masal da burada bitmis.
Tuesday, July 04, 2006
Depresyondayim, dönicem...

Kisacasi, ben sanirim depresyonda degilim. Bir kavram kargasasina sebep olduysam affola.
Thursday, June 29, 2006
Gec kaldik, cabuuk !!

Bunu yazacagima Tuna'ya soz verdim. Ve iste yaziyorum...
Kadinlarin biryere gitmek icin neden erkeklerden en az 15 dakika sonra hazir olduklari konusuna bir aciklama getirmemiz lazim kadin milleti olarak. Bunu hemcinslerime bir iyilik yapip ben ustleniyorum:
Kadinlar gec hazirlanirlar, cunku:
1- Siz erkeklerin sooyle ayaklarinizi uzatip televizyon seyrettiginiz yarim saat icinde bir kadin bir makine camasir yikar, bulasik makinesini bosaltir, daha onceden cikarttiginiz ama kirliye atmaya usendiginiz kiyafetlerinizi ayirir, okunmus gazeteleri, dergileri ve gun boyunca oraya buraya atilmis ivir ziviri toplar ve tum bunlari yaparken bir yandan da size bes dakika araliklarla "tras ol askim", "dusa gir askim!" seklinde hatirlatmalarda bulunur. Siz de bu hatirlatmalara, hatirlatmanin icerigi ne olursa olsun "bi dakka canim" dersiniz ve bu bi dakikalar seyrettiginiz programin bitisine kadar surer gider.
2- Siz nihayet kicinizi kaldirip dusa girmeye karar verdiginizde kadin sizin tarafinizdan bosaltilan alana dogru ilerler. Sehpalarin uzerlerindeki bilimum tabak, bardak, cop vs. yi toparlar. Koltuklari ve yastiklari puf puf eder (o da ne demekse?). Kicinizin altinda pacavraya donmus battaniyeyi havalandirir katlar, koseye koyar. Biri bir yana digeri baska yana dagilmis sandalyeleri duzeltir, vazodaki solmus gitmis kokmaya yuz tutmus cicekleri cope bosaltir. Onlari bosaltmisken copu de bosaltir. Hazir aklina gelmisken toz alir.
3- Bu esnada siz soyle guzeel bir banyo yapmis, tras olmus ve kendinize gelmissinizdir. Siz banyodan cikarken kadin girer. Dusa girmeden once su isinadursun, lavaboyu tuvaleti ovar. Hizini alamazsa kuveti de ovup dusa girer. Sacini yikarken de bos durmaz ne giymesi gerektigini dusunur. Ciktiginda sizi bornozunuzla bilgisayarin basinda bulur.
4- Siz emaillerinize bakarken kadin sacini kurutmaya baslar. Kadin saci dediginiz de sizinkiler gibi kendiliginden kurumaz ki! Kopuktu, fircaydi birsuru alet edevat gerektirir. O esnada siz kariniza "acaba ne giysem" diye soylenmeye baslarsiniz.
5- Sac kurutma makinesinden firsat bulup anlasabilirseniz ne ala. Yok anlasamazsaniz yaklasik 5 dakika kadar bir odadan digerine bagirarak ve karinizin sac kurutma islemini yaklasik 5 dakika uzatarak bir sonuca ancak varirsiniz. Sonucta giyilecekler belirlenir. Siz donup dolasip yine ayni kot ve t-shortunuzu giyerken karinizin banyoda giymeyi dusundugu pantolona uygun bluz, bluza uygun kolye, kolyeye uygun kupe, kupeye uygun sac, saca uygun makyaj, ve tum bunlarin yaninda da tekrar pantolona uygun ayakkabi, ayakkabiya uygun corap, bluza uygun ceket, cekete uygun canta gibi dusunulmesi gereken noktalar aklina gelir. O esnada erkek odaya girer ve "Askim bi sefer de saatinde hazir ol ama yaa, her seferinde gec kaliyoruz, niye vakitlice hazirlanmiyorsun anlamiyorum ki, ne yapiyosun bu saate kadar, bak bana ne guzel iki dakikada hazirlandim, sen iki saattir hazirlanamadin, blah blah blah blah blah" seklinde soylenmeye baslar.
Ve iste kadinlar bu yuzunden, evet evet, sadece ne giyeceklerine karar verememeleri yuzunden erkeklerden 15 dakika gec hazirlanirlar. Su kadinlar da yok mu?? Valla bi alem bunlar !!
Thursday, June 15, 2006
Nar

Friday, April 21, 2006
Stratford Upon Avon - Bölüm 2
Geçen bölümde girdiğim pek bi mühim konulardan çıkmam iki günümü aldı dolayısıyla ancak yazbiliyorum.
Swan's Nest isimli otelimizin odasındaki küçük okuma seansımızdan sonra hemen kendimizi dışarı attık. Hava bir güzeldi, bir güzeldi kii Tunanın şaşkın bakışları karşısında, yaz kış boynumdan çıkarmadığım sarı paşminamı çıkarmakla yetinmedim bir de üstüne kazağımı da çıkarttım ve ceket - tshort ile dolaştım..Ne var ki, o esnalarda benim biricik Mertim ameliyata girmek üzereydi dolayısıyla devamlı aklım ondaydı. Öyle ciddi bir ameliyat olmasa da, 'benim kardeşim şu anda narkoz yerken ben nasıl böyle dolaşırım' konulu deprsyonumu Mert poposunun üzerinde birkaç dikişle ameliyattan çıkıp benle konuşana kadar üzerimden atamadım.
Sonrasında vurduk kendimizi Stratford'un yollarına... Tunayla İngiltere'nin böyle küçük köy ve kasabalarının, sahil şeridi kentlerinden çok daha karakterli olup olmadığı konusunda yaptığımız tartışmada fikir birliğine varamayınca, zevkler ve renklerin tartışılmaz olduğu konusunda hemfikir olup bir tartışmayı daha böylece aynı fikirde olarak kapattık! Ardından bu mevsimin insan soyunun pıtır pıtır çoğaldığı bir mevsim olduğunu gözlemledik zira ortalıkta yetişkin insan sayısı kadar da 1 ila 3 ay arası bebekler fink atmaktaydı. Kaç aylık olduğunu kestiremediğimiz bir insan evladının kıçının üstünde hoplaya hoplaya emekleme şekli ise bizi gülmekten yerlere yıktı... Sonra bu velet tatil boyunca her köşe başında karşımıza çıkmaya devam etti, biz de her gördüğümüzde ilk kez görmüşüz gibi gülmeye devam ettik. Böylelikle lay lay lom, kuşlar çiçekler, böcekler, bebekler modunda dolaştık.


Ertesi gün tam benim istediğim gibi uzuuun ve gazetelerimizi okuya okuya bir kahvaltı yaptık.. Dışarı çıktığımızda otelin hemen yakınlarında bir kelebek parkı olduğunu gördük ve tekrar Tunanın şaşkın bakışları altında - ben ki bu gezide hiç sergi, müze, park, bahçe, hayvanat bahçesi filan gezmeyeceğiz sözüyle yola çıkmıştım ki tam tersine ilk gördüğüm lokal atraksyona atladım - 'hadi girelim ne duruyoruz' dedik... iyi ki de girdik..
Kelebeklerin arkasından arabaya atlayıp Warwick Kalesinin olduğu kasabaya doğru yola çıktık. Çok trafik vardı, ama hiç 'SIKILDIIIIM' demedim ve yol boyu çok uslu durdum.. Sonra kaleyi bulduk ama girmedik nedense, üşendik biraz.. Bunun yerine kale civarındaki bir parkta oturup etrafı seyretmek daha iyi bir fikir gibi geldi. Hava biraz kapalıydı gerçi..


Ertesi sabah otelden çıkışımızı yaptık... Tuna bir çocuk gibi şen hemen kayık kiralayan adamlara doğru koşturdu, ben de arkasından somurta somurta gittim... Kayık, su, deniz, göl, nehir bunların hepsi de pek sevmediğim mevhumlar... 'Suya düşersek ceketim kötü olur, makinemiz bozulur ben en iyisi gelmeyeyim ben bunları bekleyeyim' dediysem de dinletemedim... Atladık kayığımıza, 'Row Row Row your Boats, gently down the stream' şeklinde ilerledik.. Gerçi pek gently olmadı bizim olay çünkü kayığın bir dümeni olduğunu anlamamız 45 dakikamızı aldı.. Kayığı bir saatliiğine kiraladığımızı düşünürsek, zekamızın hızına hayran kalmamak mümkün değil... Biz dümeni keşfedene kadar Tunayla aramızdaki diyaloglar şöyleydi:
Ben: Eyvaaah çarptıık çarptııık çarptııııık
Tuna: Aşkım bi çarptık çarptık diyene kadar sağa git sola git desene göremiyorum arkamııı
Ben: Aşkım var ya, bu ördeklerin üstüne üstüne sürüyorsun, valla toplaşıp gelip saldıracaklar bize haberin olsun...
Tuna: Altı üstü ördek, yiyecek değil ya seni...
Ben: Acaba burası boyu geçiyor mudur?
Tuna: Atla bi gör istersen....
Sonra başımıza bir facia geldi ki hatırlamak bile istemiyorum... Bir köprünün altından geçerken bizim kayık köprüye çarp!!! Halbuki o zaman ben dümeni keşfedip kullanmaya da başalamıştım ama kayık kayık değil ki Titanik mübarek, nasıl zor dönüyor... neyse, kurtulduk tabii Tuna'nın üstün manevra kabiliyetiyle ama bir saatimiz bitip kıyıya döndüğümğüzde toprağı öptüm yani o derece mutluydum ayağım karada olduğu için.. Bu arada bu kadar sıkıntının arasında yukarıdaki fotografları çekmeyi ihmal etmedim tabiii.. Bu Tunanın arkasındaki köprü de o hain köprü oluyor bu arada...
Kayık sefa(!!!)mızın ardından aslında Shakespeare'in doğum yerinde olduğumuzu hatırlayıp bari gidip görelim nerede doğmuş abimiz dedik... Gittik gördük... Allah analı babalı büyütsün dedik. Nitekim de öyle olmuş sanırsam... Benim tabii yine bir yazar olasım geldi buraları görünce, dedim kapatayım kendimi şöyle doğanın içinde bir eve, yazayım da yazayım.. Tuna 'ben wirelesssız yapamam, sen en iyisi bir süre daha bizim evde yaz' deyince ben de çaresiz kabul ettim...
Shakespeare ustaya hoşçakal dedikten sonra yola çıktık, civardaki köyleri geze geze evimize geldik... Ben bu köyleri gördükçe doğada yaşama konusunu ciddi ciddi düşünmeye başladım ve emeklilik sonrası için kendimize yaşayacak bir köy düşüne düşüne yolumuza devam ettik..Sonradan bu köy Turkiyede olsa, tüm aileyi toplasak hep beraber koloni şeklinde yaşasak ... ' şeklinde planlar uzadı da uzadı... Evimize geldiğimizde öyle yorgunduk ve evde olduğumuz için öyle mutluyduk ki köyü möyü unutup 'insanın evi gibi yok' dedik ve gerçek hayatımıza geri döndük.
Tuesday, April 18, 2006
Stratford Upon Avon - Bölüm 1

Sunday, April 02, 2006
YAGMURUMU KACIRDIM

Artik her yazim bir mesaj icermesin istiyordum bugunden itibaren.. Her yasadigimdan bir hayat dersi cikarmayayim kendi kendime diye soz vermistim... Ama bundan da bir hayat dersi cikaramayacaksam; zaten hayattan cikarilacak bir ders de kalmamis demektir sanki... Oyleyse son bir kez: Her guzel sey, bir bahar yagmuru olabilir. Kahve yapayim, en sevdigim muzigi koyayim derken, farkina varmadan tuketebilirim durup dururken, ve isin kotusu o tukenince diger guzel seylerin, kahvenin ya da muzigin de artik bir degeri kalmayabilir. O halde... Birsey zaten guzelse, daha da guzellestirmek icin ugrasmak bazen bir zaman kaybidir ve hayat bu zaman kaybi icin fazla kisadir.
Aman Allah'im... Bu kadar klisheyi ben bile kaldiramiyorum bazen...
Dereotu (Varsa)

- Dereotu (varsa)
- Kirmizi biber (Hani su buyuk, renkli olanlardan)
- Yumusatici (Kolay utu olanlardan yoksa alma askim!)
- Ekmek (Guzel olanlardan, hatta italyan ciabatta, yoksa kalsin!)
seklinde her bir birimin yanina ona fikir olsun diye yazdigim, hayatini kolaylastirmak istedigim notlarimin ne anlama geldigini biliyor, anliyor, takdir ediyor. Ben Dereotu (varsa) derken, yoksa gidip baska yerlerden bulmaya ugrasmasin demek istiyorum, kirmizi biber (Hani su buyuk renkli olanlardan) derken, gidip kirmizi pul biber almasin demeye calisiyorum, ekmek reyonuna geldiginde, "Yaa bu kadin hangi ekmekten bahsediyor ??" diye dusuncelere dalmasin istiyorum. Ve o her dedigimin, ne demek oldugunu anliyor, Dereotu (Varsa) yi okuduktan sonra, "Ee, yoksa zaten nasil alabilirim ki??" seklinde kafasi karismiyor. Benim birtanecim, onun hayatini kolaylastirmak icin yaptigim kucuk seyleri seviyor; ve bizi de iste bu kucuk seyler bir cift yapiyor. Bes senedir boyunca hic bu kadar kendimi evli hissetmemistim, ve bu hatira hic silinmesin diye yazmak istedim. Bundan seneler sonra, ne olur bilinmez, ikimiz de huysuz, yasli ciftlerden birine donuseceksek, ya da dunyanin iki ayri kosesinde olacakask, ya da torunlarimiza anlatacak hicbir hatirayi hatirlayamayacaksak, buraya bakip bizi kari-koca yapan bu "bence ilk" olayi okuyup bu gunlere donelim, ve senelerce yaptigim ve daha nicesini yapacagim alisveris listelerini hatirlayalim istiyorum. Gozlerim dopdolu bu adamla evli oldugum icin bir kez daha sukrediyorum.
Wednesday, March 15, 2006
Bugun topuklu cizmelerimi giydim, istasyona yurumedim
Her isgunu sabahi gorev bilinciyle evden istasyona kadar 15 dakika kadar yururum. Ayni mesafede giden otobusler de var, ama ben otobuse binmem, yururum. Yurumeyi cok sevdigimden degil, otobuse verecek param olmadigindan da degil. Bilmedigim bir sebepten, hatirlayamadigim bir gunden itibaren sabahlari kapidan cikar cikmaz yururum. Tunayla ayni treni yakalayacak olsak ve o otobuse binmek istese, beyimiz otobuse biner, yanimdan gecip giderken yuzunde muzip bi ifadeyle bana el sallar, ben yururum. Komsumla ayni anda kapidan ciksak, "Hadi birakayim seni terene" dese, ben binmek istemem, "Yok daha trene cok var" der (yalannn) yururum. Kar da yagsa, sel de bassa, gokten uc elma da dusse, ben hep yururum.
Bu sabah oysa...canim topuklu cizmelerimi giymek istedi...Dusundum, hayatta yuruyemem o kadar yolu bu topuklarin ustunde, en iyisi yine rahat botlarimi giyeyim. Yok, olmaz, canim tutturdu da tutturdu... Topuklu cizmelerimi giymek istiyor. Ben ne yaptim? Giydim cici cizmelerimi, yola koyuldum... Aylar hatta yillar sonra ilk kez otobuse binerek istasyona ulastim.. Yani bugun coook uzun bir aradan sonra ilk kez "gorevim" olan birseyi yapmadim. Bu gorevi bana kendimden baska kimse vermemisti, yapmasam dunya durmaz, kimse hayatindan olmazdi. Yine de her gun kendi disiplinimden bikmadan usanmadan gorevimi yaptim durdum... Bugun ise canim istemedi, yapmadim, ve daha da guzeli, yapmamaktan rahatsiz bile olmadim.... Sonra dusundum, bugun ben aslinda cok onemli birsey yaptim. Anlatmasi cok zor...ama ben bugun gercekten kendim icin onemli birsey yaptim.
Friday, March 03, 2006
ANLADIM

Herkesin "icimden gelen bir ses"i vardir sanirim, civardaki tek deli ben miyim yoksa??? Insanlar ne dusunur bu konuda bilemiyorum ama ben su icimden gelen sesten hic hoslanmiyorum. Cunku hic susmuyor, hep konusuyor.. beynimin icinde biryerlerde hic durmadan calisan bir asfalt delme makinasi gibi.. bazen cok yaklasiyor, sonra tekrar uzaklasiyor ama asla durmuyor.. devamli bir "DIRRRRR DIR DIR DIR DIR DIRRRR" geri vokali ile gecip gidiyor en guzel gunlerim.. dolayisiyla kendi bilincimin surekli bir eziyeti ile mucadele etmekteyim ve daha da kotusu bir sikayet merkezim bile yok bunun icin... yine de kabullenmislik isleri biraz daha kolaylastiriyor...
Bu sefer de icimden gelen bir ses, "yasgunumu cok guzel gecirecegim bu sene" diyerek yasgunumu cok guzel geciremeyecegimi soyledi durdu gunler boyunca... Kontrolun hicbir zaman bende olmadigini hatirlatti gorev bilinciyle.. Nitekim, icimden bir sesi hakli cikarircasina, cok sevdigimiz bir insanin babasinin hastaneye kaldirildiginin haberini aldik o gun.. Uc gun sonra da oldugunun... Ogrendigimde, dizlerim beni tasimadi, coktum kaldim ofisin koridorlarindan birinde... Hic gormedigim, tanimadigim bir insanin vefatina uzulmekten ote, onceki aksam "ben dayanamiyorum, gidip babami gorecegim, yasamasi icin elimden geleni yapacagim, makineye baglansin, komada yatsin, ne olrusa olsun yasasin" diyen arkadasimin yenilgisini tasiyamadim kendimce... bu kadar mi kontrolsuz bu hayat diye dusunmeye basladim.. hersey bu kadar mi kaygan... Ben babami en son ne zaman gordum diye dusundum... Yuz ifadesi nasildi... Bana nasil sarildi... en son ne dedik birbirimize.. "gule gule" mi dedi bana sarilarak, yoksa yine sakayla karisik her havaalanina varisimizdaki gibi "gitmesen olmaz mi?" seklinde mi soylendi.... ya da annemi de aglar gormenin verdigi bir ic daraltisiyla "aglama, anneni de uzuyorsun" diye mi cikisti, annemin yuzune bezgin bezgin bakarak... ben ote yandan, "baba hadi cok beklemeyin gidin" mi dedim, yoksa arkama bile bakmadan kapiya mi yetismeye calistim... en son kim el sallamayi birakti, kim bekledi digerinin gozden kaybolmasini.. neler soylendi vedalasmadan sonra yandakilere, nasil ustesinden gelindi bir ayrilmanin daha.. bu hatirayi geri getirmeye calistim beynimde butun gun, basaramadim.. Sonra hayati bu kadar bedavadan yasamamak gerektigini anladim, arkadasimin acisindan utanarak, sikilarak da olsa kendime bir ders cikardim... Benim gibi devamli endiselenen, herseyi kendine dert etmekle kalmayip yakin cevresine de ettiren, sirtinda bir kambur gibi tasa tasiyan bir insanin artik bir noktada kendine acimasi ve bir dur demesi lazim.. Bu hayat ileride olmasi muhtemel kotu seyleri dusunerek gecmiyor.. Sonra o kotu seyler yasandiginda daha once bunu zaten dert etmis olmak, olayin yukunu hafifletmiyor. Hersey ayni agirligiyla, ayni yogunluguyla ayni aciyla tekrar yasaniyor ve gunlerce, aylarca, yillarca bu acinin provasini yapmislikla kaliyor insan... Ben kendime her gun ayni eziyeti cektirmek istemiyorum bundan sonra, hergun yarinin tasasini cekerek yasamak artik zor geliyor.. Cunku tasa, dert gelmesi gereken zamanda geliyor ve bu bekleyis insani hicbirseye alistirmiyor.
Arkadasim benim tanidigim en guclu insanlardan biriydi, deprem ve kanser gibi pek cok aci basta olmak uzere daha ne dertlerin ustesinden gelmislerdi aile olarak. Ve bugun aldim haberini, kendi icinde bu acinin da ozumsemesini yapmis, nispeten iyiymis, huzunu geciremese de aciyi, inkari, isyani atlatmis.. Cok mutlu oldum onun adina ve bunu bir hayat tecrubesi olarak cebime koydum. Hayat, siz planlar yaparken basiniza gelen seydir demisti birileri, dogru da olsa degistirilemeyecek bir acizlik olmadigina karar verdim bu cumlenin. Ilk adimimi attim, babami aradim, ne annemden sikayetlerini, ne isler hakkindaki serzenislerini, ne de genel homurdanmalarini ciddiye aldim.. Hayattasin ya, gerisi umurumda degil dedim, telefonu kapattim.. O hicbirsey anlamadi, ama ben anladim...
Wednesday, February 22, 2006
Yaşgünüm Fobisi

Bir 24 Şubat günüydü... Bundan 13 sene önce.. Düsünüyorum da, ne uzun olmus. Bu beni su gerçege getiriyor; aslinda ne kadar küçük şeyler ne uzun zamanlar insanin beyninde saklı kalıp, senelerce hatırlanabiliyor. Gereksiz detaylara takilip kalmak, türlü hassasiyetlerle hayatı kendime zehir etmekte üstüme yoktur, bilenler bilir. Bu tür gereksiz hatıralardan biri işte bu da... Neyse, ben kendimi böyle kabul etmişim artık, atsan atılmaam satsan satılmam..Sadede geçelim.
Ne diyorduk. Bir 24 Şubat günü bundan tam 13 sene önce, sevinç ve heyecanla okuldan çıktım, eve doğru yürümekteydim... Herkesle selamlaşıyor, yanımdan geçen çocukların başlarını okşuyor, içimden şarkılar söylüyordum....O gün benim yaşgünümdü ya, o meşhuur 15 yaşıma basıyordum ya, tüm dünya da benimle beraber sevinçli ve heyacanlı olmalıydı tabii kii...Kuşlar çiçekler böcekler modunda, tam 15 yaşında, artık yaşımı başımı almış genç bir kiz olarak eve vardım. Anahtarımla kapıyı açtım... Annem mutfakta yine saçı başı dağıtmış hararetle ugraşıyor, bir yandan da anlamadığım birşeylere söyleniyordu...İşin kötüsü geldiğimi görmüş olmasına rağmen, 15 yaşıma girdiğimin farkında bile değildi sanki.. Ama nasıl olurdu...bu kadar büyük ve önemli bir konu nasıl unutulurdu... Birkaç dakika kapıda oyalandım...sanırım hala saf bir heyecanla annemin 'Sen misin kıızııım İyi ki doğduuuun' diyerek şöyle kocaman kucaklamasını beklemekteydim. Halbuki canım annem tüm hayallerimden habersiz bir yandan elindeki hamurla boğuşmasına devam ediyor bir yandan da menziline giren ilk insan olarak bana 'Kizim gel..gel..bak şu çekmeceden para al, git bakkala, iki kilo süt, bilmem ne kadar bilmemne....' şeklindeki direktifllerinee başlıyordu.. Kendi kendime 'Şimdi kafası karışık, hele bir kendine gelsin hatırlar' diyerek bakkalın yolunu tuttum.. Tahmin edilebileceği gibi bakkaldan dondüğümde, mutfaktaki işler bitince, hatta ilk okul yıllığım icin fotoğraf çektirmeye gitmeden önce ve geldikten sonra bile hala o gün 15 yaşıma bastıgım kimseye malum olmamıştı. Taa ki gecenin bir yarısı hayalkırıklığım tavan yapınca 'Kimse beni sevmiyor...kimse bugun benim yaşgünüm olduğunu bile hatırlamıyor' şeklinde bas bas bağırarak dünyayı evdeki herkese dar edene kadar... Sonuç: Annenin ilk şok ile kısa süreliğine girdiği ve akabinde 'al sen şu parayı dogumgünü hediyesi niyetine yarın git kendine bişeyler al kuzum, kusura bakma işte görüyorsun işim başımdan aşkındı' diyip kocaman sarilarak savuşturduğu bir vicdan azabı ve bu hatırayı senelerce beyninin içindeki küçük 'kötü hatıralar hafızası'nda saklı tutan, ve her 24 Şubat öncesi depresyondan depresyona koşan bir ben.
Bu kadar lak lakı niye ettim? Bundan sonra kimse bana bir kere daha 'Niye yaşgünlerini sevmiyorsun? ' sorusunu sormasin diye.. Sevmiyorum kardeşim yaşgünlerimi.. Çünkü hep bir hayalkırıklığı yaşamaktan korkuyorum.. Sevdiklerimden, beni hatırlamasını istediklerimden, kendimden, gelecek yeni yaştan, ve hatta belki de beklediğim her yaşın aslında gelmeme ihtimalinden doğacak ve doğması muhtemel bir hayalkırıklığı... Ustelik bir de panik oluyorum bu yaşgünlerinde, kendimi okula geç kalmış çocuklar gibi hayata geç kalmış hissediyorum...Zaten eminim ki, şu birşeyler için geç kalma hissini attığım an zihnimden mutlak huzura erişeceğim ama bu huzur önümüzdeki 24 Şubatta da buralarda olacakmış gibi görünmüyor. Yine de, izin verdim kendime o gün... Yapmak istediğim herşeyi yapıp yapmak istmediğim hiçbirşeyi yapmayacağım. İnşallah herşey yolunda giderse 'ideal bir yaşgünü' yaşayıp bu konudaki önyargılarımdan kurtulacağım. Yine de hala içten içe korkuyorum beni kimler unutacak bu yıl diye.. Yaşgünü Fobisi diye yeni bir fobi kazandırdım psikoloji dunyasına, hayırlı uğurlu olsun hepimize ...ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK (alkış efekti)
Tuesday, February 07, 2006
Efendime soyleyeyim...

Herzamanki gibi isime gideken bugun yolda, kimbilir ne masallar anlatiyordum ki kendime, bir deyis geldi aklima:
"Efendime soyleyeyim"
Kucuktuk.. babam nadiren evde oldugu gecelerde masal anlatirdi bize... Ya da hergunku hayallerini anlatirdi da bize babam anlattigi icin masal gibi gelirdi.. Ne var ki, cumle aralarinda "Efendime soyleyeyim" derdi zaman zaman.. Kimdi bu "efendi", bizi nerelerden dinlemekteydi hep merak ettim.. Bazi gecelerin sonunda, babamin anlattiklarini bize degil de efendisine anlattigi dusuncesi tadimi kacirdi birkac kez, yine de ses etmedim.. Zamanla farkettim: Bu "efendi" iki kucuk kardesin en buyugu oldugum icin BENdim... Birden kendimi kocaman, busbuyuk, hatta efendi kadar buyuk hissettim...ta ki babam bize masal anlatmayi birakana kadar...
Belki senelerdir duymadim bu deyisi, kendim de kullanmadim hatta.. Yine de nerelerden cikip beni buldugunu anlayamadigim bu hatira burnumun diregini sizlatti sabah sabah... Kendi kendime "Iste" dedim "ben bunu ozledim.."... Simsicak, comert, mutevazi, agirbasli, cocuklara anlatilan bir masalda bile "efendiye anlatma" hissi veren sevgili anadilim. Insan vatanini ozler, anasini babasini ozler, sevdigini ozler de anadilini ozler mi? Ben ozledim...
Monday, February 06, 2006
Birzamanlar.
