Wednesday, December 20, 2006

Sana


Annemin hamileligini hic hatirlamiyorum... sanki bir 20 Aralik gunu, durup dururken hamile oldugu aklina geldi de apar topar kalkip doguma gitti.. giderken bize ne dedi, nereye gittigini soyledi, bu da yok hafizamda. Gunumuzun "cocuklari yeni kardese hazirlamak" cabasi o zamanlarda moda degildi belki.. o zamanlar dogum da sanirim buyuk bir olay degildi. "Ben hastanedeyken evdekiler yesin" diye sarma sararken gelen dogum sancisini herhangi bir karin agrisiymis gibi gecistirmeye calisan annem belki de bir donemin son annelerindendi.. Mert ise son bebeklerinden.

Calan telefonu babaannem acti. Ben o zamanlar 6 yasinda uzerimden cikarmadigim renkli firfirli etegimle ortalikta donup duran bir kizdim. En sevdigim seyler, firfirli etekler, limonlu Tic Tac ve 1 yas kucugum Murat'la bu Tic Tac'lar ugruna yaptigimiz sonsuz kavgalardi. O gun babannem telefonu kapatip "erkek kardesiniz olmus cocuklar" dediginde nedense bir aglama istegine kapildim. Bir kardesimiz olmustu orasi kesindi, ama neden kiz degildi? Neden onun da firfirli etegi yoktu? Yoksa bu Murat'in aynisindan bir tane daha mi olacakti? Ben var gucumle aglarken Murat karsima gecmis Nanniik yapiyor, zavalli Elmas Hanim ise bir yandan onu susturup bir yandan beni sakinlestirmeye calisiyordu. Telefonun basinda oturdugu yerden beni kucagina alarak, "Uzulme kuzum" dedi. "Bak kiymetli olacaksin..tek kizlar kiymetli olur. Iki oglanin bir ablasi olacaksin. Kimse almayacak oyuncaklarini, bebeklerini, firfirli eteklerini ." Bunlari soylerken, bir yandan da agliyordu canimin ici. Anladim... yeni kardesin oglan olduguna tek sevinen Murat degildi. "Kimse beni sevmiyor" diye dusundum bir an. "Ama olsun, ben kiymetli olacagim... ve de kimse etegimi almayacak." Odanin ortasinda firfirli etegimle donmeye kaldigim yerden devam ettim. Allahim ne de guzeldi etegim..firfirliydi....renkliydi...ve benden baska kimsenin degildi...

Saatler sonra annem kapidan yeni kardes Mert ile girdi. Mert, kara bir bebek, ufacik, el kadar. Bir battaniyeye sarilmis, daha gozleri bile acilmamis, yavru bir kus gibi titriyordu. Icim isindi birden onu gorunce, birseyler tamamiyle degisti... O andan itibaren 6 yasinda firfirli etekli, evin icinde deli gibi donup duran kucuk kiz gitti, yasi olmayan, hissettiklerini tam olarak anlayamayan bir abla geldi oturdu yerime. Sevmek Merti, bu kadar dogal bu kadar kendiligindendi... hicbir caba olmadan, hic dusunmeden, tanimaya calismadan, kapidan girmesiyle baslayip hayat boyu kalacak simsicak, yogun bir histi... Yine de ona olan hastalik derecesinde ilgim ve sevgim o anda mi bu hale geldi, yoksa bu seviyeye ulasmak biraz vakit mi aldi emin degilim.... Bir sure sonra geceler Mert'in aglamasiyla dolup tasmaya, her gelen Mert'i sormaya basladi... Bir kis gunu kadar sert bir bebekti Mert, agladi mi katila katila, morara morara aglar, istemedigi hicbirseyi yapmaz, kendini sevdirmek icin ortalikta dolasmazdi. Etinden et kopariyorlarmis gibi agladigi gecelerde, uykumdan uyanir, nefessiz kalacak korkusuyla ben de nefesimi tutar susmasini beklerdim.. Boyle uykusuz bir sabahta okula gidip ogretmenime "Mert aglamaktan nefessiz kaliyor ne yapayim?" diye dert yanmistim...ogretmendi..bilirdi..bir yol gostermeliydi... Ayagimda sallayip, banyosunu yaptirdigim gunlerden sonra yavas yavas anladim ki bir insani bundan daha cok sevmeyecektim...

Zaman gecti, Mert kivircik sacli guler yuzlu bir cocuk oldu. En sevdigi oyuncagi evin utusuydu... Uc kardesin en kucugu olarak, hep ikinci el giyindi, ikinci el oynadi... Gun boyu plastik tekerlegini direksyon yapar, babannemle hayali yolculuklara cikarlardi.. Yolculuklarinda verdikleri molalarda halinin ustunde bilye oynar, yari hile yari hurdayla tum oyunlari kazanirdi.. Muratla dusmanliktan kankaliga dondugumuz yillarda, kapinin arkasina sandalye koyup gizli konusmalarimiza Merti almadigimizda inatla, kapnininin onunde "ablaa ablaaa" diye fisildayip, onu da iceri almamizi bekler, daha olmadi oracikta anneme "ders calismiyorlar, benden gizli konusuyorlar beni de alsinlar "diye yalvarirdi. Kardesler olarak en favori gunumuz, hep Cuma aksamlariydi... annemin "hadi gidin, 100 gr. findik, 100 gr. fistik, 200 gr. leblebi" talimatiyla biz cocuklar evden firlayip bir kesekagidi dolusu kuruyemisle geri doner, televizyonun karsisinda annemizin dizi dibinde toplanip Bir Baska Gece icin yerlerimizi alirdik. O zamanlardan sonra bir avuc kuruyemis, aramiza ne kadar mesafe girerse girsin, biz uc kardes icin birzamanlar paylasilmis bir huzurun gizli sembolu oldu, ne zaman "kuruyemis alalim mi?" dese birimiz hepimizin gozleri doldu.

Mert tam bugun 22 yasinda kocaman bir adam artik.. Oyle guzel, oyle dolu dolu bir adam ki, bazen bir kis gunu kadar keskin ve net bazen ise akla hayala sigmayacak kadar hassas ve derin. Hepimizin akilvereni, sakinlestireni, anlayani, anlatani, basimizin taci.. Muratla beni genetik atik gibi hissettirircesine uzun boylusu, akillisi, sakini, caliskani, yakisiklisi... Daha ilkokul ogrencisiyken bile kimin hangi gun ne sinavi var, kac alirsa ortalamasi kac gelir bilirdi, bugun bile "abla artik kariyerini dusun" diyeni, abisinin son girdigi sinavlardaki netlerini bileni, anne-babasinin tum hesaplarindan haberdar olani...Ailenin hep en son ve en dogru karar vereni, cok dusunup az konusani..Doldurusa gelmeyenmi, ailenin tum uyelerinin aksine bir lafi kirk gun boyunca soylemeyeni...ama abisiyle bir araya gelmeye gorsun devamli kikir kikir guleni :)

Kivircik sacli, pitir pitir arkamda dolastigin halin artk cok uzaksa da, arada bir hala gozumun onune geliyor o gunlerin.. elini elimin ustune koysan yanlislikla, kacirip gitme diye kimildamadan durur, oylece uzaktan severdim seni... simdi uzaktan sevdigim gibi.. Bir insanin hayatinda kendisi icin isteyebilecegi butun guzelliklerin on katini, yuz katini, bin katini istedigim, basina gelebilecek her turlu aksiligin bana gelmesini diledigim, canimin ici, sag kolum, guzel ablam... Iyi ki dogdun... iyi ki benim kardesimsin... seni ne cok sevdigimi ancak sen anlayabilirsin. Tum guzel dileklerim, dualarim seninle benim kucuk yavrusum.. Iyi ki dogdun...


Friday, December 15, 2006

evofis

Evim, ofis oldu benim...ofisimin de artik kapisi kilitli, gelen gideni yok... iki haftaya kalmaz baska birinin ofisi olur, kapisi acilir, icinde yine sesler, soluklar olur, o yuzden uzulmuyorum. Ne gunler, ne aksamlar, ne haril haril calismalar, ne kavgalar, ne gulusmeler, ne anlamsiz, ne anlamli konusmalardan sonra evimdeyim, guvendeyim. Gerci calisma masamiz tunanin istedigi kadar derli toplu degil artik, ama olsun...kahve fincanlarim, el kremim, onlarca kalemim, zimbam, ajandam ve dosyalarim ile artik 9.30 - 5.00 arasi evofisimdeyim, calisiyorum... oyle ki; artik sabahlari panik icinde uyanmiyorum , gozumu acar acmaz ilk gordugum sey saat olmuyor...nasilsa trenler bensiz ayriliyor bizim istasyondan, artik acele edecek birsey yok... bazen uyanir uyanmaz yatagi ortup guzelce giyiniyor, canim istemezse tum gun pijamanin icinden cikmiyorum.. kahvaltilarda daha once hicbirzaman bitiremedigim bir fincan cayin artik dibini goruoyr, hatta sonra inip asagiya bir de saglam kahve yapiyorum, ama hazir olanlarindan degil, kahve makinasinda usul usul fokurdaya fokurdaya yavasca pisenlerden... eglence olsun diye kahvenin icine bazen portakal rendeliyorum, bazen de tarcin atiyorum.. gazeteleri okumak artik ogleden sonrayi bulmuyor, en cok da buna seviniyorum... annemi ariyorum istedigim saatte, "eee, daha daha ne var ne yok" diye lafi uzatiyorum hic cekinmeden eskidenin aksine...kimse ne muzigime ne sessizligime karisiyor.. oglenleri ayaklarimi uzatip uc bes sayfa kitap okuyor, yollarda surunerek harcayacagim zamanlarda biber dolmasi yapiyorum... yine de cok da oyle mutfak insanlarindan olmadigimdan belki, hala mutfakta 15 dakikadan uzun kalamiyorum... simdilik mutluyum, garip bir enerji patlamasi yasiyor her dakika ugrasacak birseyler buluyorum... iki ay sonra insan yuzu gormeye hasret kaldigimda, sabah trene kosturan makyajli bakimli guzel giyimli kadinlari gorup aglamaya basladigimda, en azindan evde bir insan sesi olmasi icin anlamsiz geyik radyolari acar oldugumda, postacimizin ve gazete dagitan cocuklarin adini ogrendigimde bana ne olacak bilmiyorum...simdilik sadece kendimle gecirdigim zamanin tadini cikariyorum...bakalim anlasabilecek miyiz, merak ediyorum...

Sunday, November 12, 2006

Basliyorum!

bundan aylar once, bu blogu daha acmamisken dertlenir dururdum..aklimdan ne cok sey gecerdi ve fakat bunlari yazacak, sabitleyecek hicbir yerim yoktu... her gordugum seyden bir hikaye cikarirdim, aklima durup dururken sahane satirlar duser, tren yolculuklari boyunca camimdan akip giden agaclara, cimenlere, bakimsiz bahcelere baka baka, bu satirlari dusunurdum. Kendi kendime derdim ki; "iste bak! yazacak bir yer olmadigi icin bu guzelim kelimeler unutulup gidiyor." Sonra kendime cok guzel islemeli bir defter, bir de kucuk kursunkalem aldim. Hatta hatirliyorum, deftere verdigim 12 pound icime oturmustu da, "Canim nasilsa bu defteri guzel bir amac icin aldim.. Bundan boyle hicbir kelimeyi aklimdan ucurmayacagim" diyerek kendimi teselli etmistim.. Haftalar gecti, ne var ki deftere yazdiklarim; alisveris listelerinden, oradan buradan duyup da unutmayayim diye not aldigim kitap, album, restaurant isimlerinden, ve daha bilimum iceriksiz ciziktirikten oteye gecemedi. Kendimi herseferinde daha onceki guzel kelimelerimin , cumlelerimin nerelere kactigini dusunurken buldum. Sonra sucu teknolojiye atmak kolayima geldi... Dedim ki ben klavye cocuguyum. ne anlarim oyle kalem kagit oturup haril haril yazmaktan. Bu sirada, canimin ici bir arkadasim, bana blog acmami onerdi...Uc bes zaman dusundukten sonra bu son derece heyecanli fikri uygulamaya koyuldum. Aman da aman, ne anlamlar yukledim bloguma, neler de neler yazacaktim.. hatta yukaridaki "cok dusundum, artik yazma vakti" mottosu bu trenlerdeki dusunmelerime referansti. Gel gor ki, uc bes gercekten dusunerek hissederek yazdigim yazidan sonra, bu blog olayi da bir "Muge'nin maceralari" boyutu kazandi ki bu durumdan son derece sikayetciyim. oysa; ben bu blogu icimdekileri disari cikartacak bir kanal olarak actim ama sanki zamanla icimdeki hersey ucup gitti. gariptir ki; o istasyonlarda beklerken aklima gelen ve dahiane oldugunu dusundugum metaforlar ve onlarin uzerine kurulacak hikayelerimden de geride hicbirsey kalmadi. Son zamanlarda gunum gecem buna hayiflanmakla geciyor, ama hayiftan da oteye gecemiyorum. Anliyorum ki, benim sahne korkum var. Dusunduklerimi sadece ben bileyim istiyorum... beni taniyan uc bes kisinin okumasi bile, tum uzerinde yazilasi, dusunulesi fikirlerimi cil yavrulari gibi geldigi yerlere dagitiyor... ote yandan guzel yazan guzel cizen herkesi deli gibi kiskaniyorum. Zaten sanirim hayatta kimsenin ne guzelligini, ne parasini pulunu ne de kariyerini kiskanmisimdir, guzel yazan bir insanin satirlarini kiskandigim kadar.. Yazmaya cok yetenekli bir insan olmadan, ciddi anlamda yazmak istemek ve ayni zamanda da kendi kelimelerinden korkmak nereye goturecek beni bilemiyorum ama en azindan su anda durum tespiti acisindan dogru noktada oldugumu dusunuyorum.

Kisaca: hayatta herseyde idare edecek kadar iyiydim, ancak hicbirseyde cok iyi olamadim, bari birtek yapmayi sevdigim birseyde iyi olayim istiyorum. Oyleyse; ben su andan itibaren dusunmeye ve dusunduklerimi de "nasilim, yazabiliyor muyum?!?" ya da "acaba okuyan ne dusunur" kaygisi tasimadan yazmaya basliyorum.. aklimdan kacirdigim guzel kelimeler, butun o kucuk hikayeler gelip beni biryerlerde bulsun umuduyla..

Monday, November 06, 2006

Vizesiz Seyahat Özgürlüğünden Manzaralar




Bir cuma öğleden sonrası işlerimizden apar topar kaçtık ve en yakındaki Paris trenine atladık


3 saat sonra bu Otele ulaştık


Odamız küçücük ama çok şirindi, ben keyfini çıkarırken....

Tuna hemen ön araştırmalara koyuldu.

Tipik Fransız kahvaltılarından önce....
Guardian ve Milliyet satan bir gazeteci bulduk ve
ardından kruvasan ve kahve boyutunda memleket meselelerini çözmeye koyulduk..

Yiyip içmediğimiz zamanlarda da elbette gezdik tozduk... Luxembourg Bahçeleri öyle güzeldi ki bir an orada dikili heykellerden biri olmanın hayalini kurduk.

Ya da Sacra Coeur'da güneş ya doğsa ya batsa ama ortalık hep bu renk olsa diye umduk.

Nedense sonbaharda daha bir güzel göründü gözümüze Paris!

Sakindi sessizdi huzurluydu ondandır belki.

Marquez bile sevdi sanki St. German des Pres'de içtiğimiz Cafe Creamleri...
Onun bile daha az acıklıydı oralarda sanki dili.

Ne var ki dönme vakti iki gün içinde gelip buldu bizi...

Yol herzamanki gibi yorucuydu.
Trende artik ne harcanan paralar, ne yorgunluktan sızlayan ayaklar konuşuldu.
Bol bol uyundu uyundu uyundu...

Wednesday, October 25, 2006

Son Bir Ay

Yine ne cok olmus yazmayali... iste son bir ayin ozeti.. sonra yine ciddi ciddi yazmaya devam edecegim, hayranlarima duyrulur, hahahaa...
  • Gittik, gezdik, yedik, ictik, optuk, koklastik, geldik... Bu sefer Tuna'ya is bile aradik hatta, ama bulamadik. Kariyer.net'teki arastirmalarimizda ortaya cikti ki, benim muhendislik 3. sinifta okuyan comez kardesime bile is var, Tunaya is yok gozunu sevdigim memleketimde... Ne istir anlamadim! Sinirimi tabii ki iki yeni ayakkabidan cikardim. Ama indirim bitmis maalesef, sinir cikaracak baska sey bulamadim :(
  • TEPE HOME denilen akillara ziyan bir mekan varmis yurdumda...toplayip tum dukkani almak istiyor insan... yok yok, donmeyelim biz turkiyeye harbiden masrafli olacak ev kurmak...
  • (Alim, sen burayi okuma!) Turkiye'de doktora gitmek ne kolay... oduyorsun parayi saatlerce orana burana bakiyorlar, sorularini cevapliyorlar... ustelik bekleme odasindaki plazma televizyon, deri koltuklar, sicak cay ve pogacalar da cabasi. Tanri buralarda cektigimiz NHS sefilliginin bedelini bize boyle oduyor olmali.
  • Ruya gibi gecen bir 15 gunun ardindan soylene soylene evimize giriyorduk ki, postada ingiliz vatanadasi oldugumuza dair bir mektup bulduk... Mutlu olduk tabii...Simdi gelsin vizesiz seyahatler! Ama Paris'e gidesimiz kalmadi artik... Isleri yok mu bu adamlarin baska, anlamiyorum ki!!
  • Bu arada, bu konuda pek yorum yapmayim diyorum ama Nobelimize cok sevindim!! Adamin bircok kitabini - Istanbul haric - severek okumus, hatta Benim Adim Kirmizi'nin Ingilizcesini bitirmistim ... Dedikleri demedikleri soyle dursun, memleketimden bir Nobel cikti ya, artik olsem de gam yemem. Ama ileride bir nobel de Elif Safak'a giderse, kim dagitiyor bu nobeli merak edecegim dogrusu!
  • Konu kitaptan acilmisken; Ankara'ya bir D&R acilmis kiii...cok randiman aldik. Cam kenari berjerlerinde kitaplara dalmak super oldu. Bircok kitap edindik. En son "Mevlananin Gizli Ogretisi" isimli kitabi okuyorum, ve cok sey ogreniyorum. Ayrica kardesim, yine D&R'da elimden birakamadigim bi baska Mesnevi hikayeleri kitabini da hediye etmisti gelmeden, o da basucu kitabim oldu, geceleri uyumadan birkac satir okuyorum, Diana Krall esliginde cok iyi geliyor. Hatta su aralar nerede Diana Krall duysam esnemeye basliyorum. Pavlov'un kulaklari cinlasin.
  • Dondukten sonra, Turkiye'de buyutulen midelerle oruc tutmak kolay olmadi... ayrica iftar saatlerinde trenlerde surunuyor olmam olaya ayri bir zorluk seviyesi getirdi. Yine de her ramazanda oldugu gibi hep ayni seyi dusundum iftarda yedigim ilk lokmadan sonra: Nur icinde yat babannem!
  • Ayrica oruc olayi, kaderin bir cilvesi olarak en sevdigim Alman arkadasimla arami aciyordu az kalsin. Kendisinin yemek teklifini "uzgunum gelemem oruc tutuyorum" seklinde reddedince ben, cevabimi "yemek zorunda degilsin, sen de biseyler icersin" seklinde aldim. Ben kazmaligin bu seviyesi karsisinda hayretler icinde kalirken, neyse ki, Hindu kocasi devreye girdi de kucuk olcekli bir kulturler catismasini kazasiz belasiz atlattik.
  • Dondugumden beri hayattan daha fazla keyif alir gibiyim, neden acaba? Eskisi gibi aglak seyler yazmak istemiyorum artik.. guzel seyler yazmak istiyorum.. ama aklima bisey gelmiyor... Bari diyorum bir cocuk dogurayim da, bana malzeme olsun.. eminim o zaman anlatacak cok sey cikar, kitap bile yazarim hatta... Gerci cocuk istemek icin biraz sacma bir sebep gibi sanki bu !!

Durumlar kisaca boyle... Ilgilenenlerin bilgisine...xxx

Thursday, September 14, 2006

Hadi Bize Baayy


Ve nihayet bize de yol gorundu.. Daha dogrusu bize bu yol bir ay oncesinden gorunmustu ama ben yine ne olur ne olmaz pimpirikliligiyle son birkac gune kadar sevinemiyordum bile gidisimize.

Mujdeler olsun herkese... koca bir yazdir ayarlayip gidemedigimiz iki haftalik Turkiye seyahatine 16 Eylul sabahi itibariyle basliyoruz kismetse. Rotamiz herzamanki gibi Alanya-Konya-Ankara arasinda degisecek. Bu rota uzerinde sevdiklerimizi gorecegiz, deli gibi yemek yiyecegiz, ve cok sevgili patronum yuzunden son haftamizin Ramazan'a denk gelmesi bile hizimizi yavaslatmayacak diye umuyorum tum kalbimle. Iste tatilimiz icin YAPILACAKLAR listesi:

1- Uzuuun kahvalti sofralarinda demlik demlik cay tuketilirken, stratejik ailevi kararlar alinacak (mertin master konusu, muratin ciddi planlari, babamin kumandalari kolay bulmaya yonelik en son bulusu, annemin dukkanin gelecegiyle ilgili dusunce ve projeleri vs..).
2- Kahvaltinin uzerine "biz bi dalip cikalim" diyerek soyle bir sahile uzanilacak. Tuna bir ton baligi kivrakliginda suzule suzule yuzup gozden kaybolurken, Muge boyunu gecmeyen yerde, suya dusmus kedi yavrusu misali cirpinacak, bes dakika sonra da cikip "amma da yuzdum canim, bu artik beni bir sene idare eder" diyerek kumlara uzanacak.. elinde kitabi, yaninda Mert'i son aylarin kritigi yapilirken kisin daha az usumek icin bol bol gunes depolayacak, mumkunse de birkac ton bronzlasacak.
3- Yeni jenerasyon kuzen, arkadas bilimum es dost bebekleri sevilecek, minciklanacak, eh hadi ama siz ne zaman yapiyorsunuz bunlardan bi tane seklindeki sorular "kolaysa gelin siz yapin gurbet ellerde" seklinde savusturulacak, daha da israr edenlere "sizin oralarda kulturune, ozune bagli terbiyeli bir cocuk yetistirmenin ne kadar zor oldugundan haberiniz var mi? sniff snifff" seklinde aglamakli bakilacak.
4- "ee, ne zaman kesin donus" diye girilen konularda, "valla biz de cok donmek istiyoruz ama buralarda Tuna'ya gore is yok" seklinde cevap verilerek suc Turkiye'deki teknoloji sektorune, is piyasasina ve hatta utanmadan devlete atilacak.
5-Ramazan'da es dost ile iftar yapilacak, daha da guzeli ramazan pidesi yenilecek. Ustune bir de tahinli pide yenilecek.. Ustune bir de kaymakli ekmek kadayifi yenilecek.. sonra mide fesadi gecirmeye ramak kala durulup soyle demli bir cay icilecek.
6- Rutin saglik kontrollerinden gecilecek, akillara takilan sorular cevap bulacak (insallah). Ayrica burada saglik sigortasi dururken Turkiye'de ozel hastanelere milyonlarca Yeni Turk Lirasi bayilmanin verdigi sucluluk duygusu "neyse canim iyi ki de geldik buradayken, simdi kim isten izin alacakti" seklinde gecistirilmeye calisilacak.
7- Hala indirimler devam ediyorsa deli gibi alisveris yapilacak, yok eger devam etmiyorsa makul mantikli olculerde para harcanip geri donuste kocadan "bu turkiye gidisleri cok maliyetli oluyor" seklinde laf isitilmeyecek. Yine de aylardir aranip bulunamayan guzel bir cift yuvarlak burunlu rahat ayakkabi Tunalinin altini ustune getirmek suretiyle bulunacak ve parasi neyse alinacak. Ayrica kocaya ben Koton, Boyner gibi Turk tekstilinin mabetlerinde saatler gecirirken ugrasacagi bir ilgi alani bulunacak.
8- Lutfen yani o kadar da kafasiz degiliz heralde... elbette Remzi'ye ve Dost'a da ugranip senelik Turkce kitap, cd takviyesi yapilacak..
8- Herkes cok cok opulecek, kucaklanacak, koklanacak, hatiralar fotograf makinelerine, akillara, fikirlere sigmayacak... nasil gecti 2 hafta, daha dun gelmistik seklindeki tipik donus replikleri soylenecek.
9-Bavullar hazirlanirken Tuna kucuk olcekli bir "agirlik sinirini gectik" panik atagi yasayacak. Sonra goturmek isteyip goturemedigimiz ivir zivirin arkasindan Muge aglamakli bakarken Tuna "hic oyle bakma sigmiyor iste" diyecek, yine de onemli bir kismini sigdirmayi basarabilecek.
10- Ayrilik saati geldiginde hic uzulmuyormus gibi, aglamak istemiyormus gibi cok mutluymus gibi yapilacak. Ancak kapidan gecip gozden kaybolur kaybolmaz "donus yolu" moduna girilecek. Dort saatlik yolculuk boyunca gozyaslari icinde uzakta olmamizin suclusu aranacak, ve elbette aranan insan yan kolktukta heyecan icinde bulutlara bakip "acaba su anda nerenin ustundeyiz" gibi anlam verilemeyen bir konuda kafa yorarken bulunacak. Bir sure surat asilacak hayat herkese zindan edilecek.
11- Sonra eve gelinecek.. evim, guzel evim denilecek..aslinda insanin en mutlu oldugu yerin dunyanin neresinde olursa olsun kendi evi oldugunun farkina varilacak ve surat asma modu yerini bir rahatlamaya birakacak. Bavullar acilacak, annenin gizlice bavula koydugu biber salcalari, receller buzdolabina koyulacak. Kazaklarin ustunde kalmis anneye veya kardese ait sac telleri bulunursa ozenle saklanacak. Fotograflara tekrar tekrar bakilacak, burun sizlatan aglama hissine yenik dusup biraz daha aglanilacak. Sonra Tuna asagidan "gel askim eastenders basladi" diyecek, komsum hosgeldin'e gelecek, aksam olacak, eve herzamanki sessizlik dusecek. Bahceye acilan kapinin yanindaki kanepenin en sevilen kosesi, calisma odasindan yukselen muzigin sesi, disaridan gelen yagmur kokusu ve tanidik bir serinlikle birden goze daha sevimli gorunurken ev, hayat bir sekilde kaldigi yerden devam edecek.

Wednesday, August 02, 2006

Rüya

Annemlerin evindeymisim. Kalabalik herzamanki gibi.. Yemekler yeniyor, herkes birseylerden bahsediyor, heryerde pür neşe. Yalniz, ortalikta bir sis var. Duman gibi ama koyu renk degil.. Sadece yogun bir sis. Benden baska kimse farkinda degil, ama ben de cok rahatsiz olmuyorum nedense bu durumdan, bu sis de nerden cikiyor diye sormuyorum.
Sonra ustume birsey almak icin odama gidiyorum. Ilk yolculugumdan beri kullandigim, babamin 'havaalaninda taniman kolay olur' diyerek aldigi boyum kadar sari valizim kosede duruyor. Bakiyorum, hemen ustunde bir cocuk yatiyor. Bir yasinda ya var, ya yok. Yuzunde tulbent gibi birsey var, uyuyor. Dusunuyorum, "Benim bir oglum vardi, ben onu burada nasil unutmusum? Daha anneme bile gostermedim onu!" Panik olmuyorum, endiselenmiyorum, sadece onu bu kadar zaman unuttugum ve kimselere gostermedigim icin kendime kiziyorum. Sonra icime bir sevgi doguyor. Su ana kadar yasamadigim, tarif edemeyecegim bir sevgi. "Demek cocuk sevgisi boyleymis..." diyor, sasiriyorum. Icim icime sigmiyor. Onu herkesin onune cikarmadan once emzirmek istiyorum. Deniyorum, deniyorum olmuyor.. Bir turlu beceremiyorum. Anliyorum ki sutum yok. Kendime kiziyorum, cocuk bu yasa gelmis, hic anne sutu icmeden mi buyuyecek... Niye sutum gelmiyor ki diye dusunuyorum. Sonra hatirliyorum, ben hic hamile olmadim ki, sutum nasil olsun? Annem gorse cok kizar, cok soylenir diye dertleniyorum. Bu cocugun anne sutu icmesi lazim! Bir daha deniyorum, bir daha.. sut yok.. Ben cabalarken kucagimdaki oglum masum masum yuzume bakiyor. Kiyamiyorum, caresizlik icinde agliyorum.
Uyandim, caresizligim aklima geldikce hala gizli gizli agliyorum... Babaannem olsa, anlatsam, dinlese... Sana bir kismet var dese... Yalan da olsa inanip rahatlasam. Olmuyor, aklimdan cikmiyor. Bir daha ruya gormek istemiyorum.

Wednesday, July 12, 2006

Hikaye bunlar...

Bir Turk, bir Ingiliz, bir Alman, bir Ispanyol, bir Venezuellali ve iki Hintli bir aksam yemege gitmisler. Alman olan evlenmeden once, sehirdeki kizarkadaslarina bir yemek veriyormus. Kimseciklerin birbirini tanimadigi, ama formalite icabi katilinan o anlamsiz yemeklerden biriymis. Gece boyu defalarca sessizlik olmus, herkes devamli saatine bakmis ve Turk bu isten hic hoslanmamis.

Zaman ilerlemis, yemekler bitmeye yakin, Ingiliz olan Turk'e "Ailenden hala Turkiye'de yasayan var mi?" diye sormus. Turk "Bir tek ben ve kocam buradayiz" demis, ve bu dedigine kendisi de ilk kez duyuyormuscasina sasirmis. Ingiliz bu cevaba karsilik, suratinda anlam veremeyen bir ifade ve agzinin icinde geveledigi bir parca pizzayla "Oyleyse burada isiniz ne?" diye sormus. O anda bizim Turk, sanki bu daha once hic aklina gelmemiscesine, islerinin ne oldugunu her Allahin gunu dusunmemiscesine kalkip bu fikir icin Ingiliz'e tesekkur etmek, sonra kosarak evine gelip, kocasinin kolundan tutup, kirmizi arabalarina atlayarak hizla yurdunun yolunu tutmak istemis. Ne var ki, elinden gelmemis. Icinden annesini ozlemis. Raviolisinden bir catal daha alip yutmak suretiyle burnunun diregini sizlatan aglama hissini bir cirpida geldigi yere gondermis. O esnada coktan baska biriyle baska bir anlamsiz konuya dalmis olan Ingiliz'e bakmis ve bu kadar kotu kalpli oldugu icin ona küsmüş. Bir daha da gece boyunca o Ingilizin suratina bakmamis.

Bu masal da burada bitmis.

Tuesday, July 04, 2006

Depresyondayim, dönicem...


Son zamanlarda oyle cok "depresyondayim" lafi ediyorum ki, hakikaten depresyonda olan bir insan bu kelimeyi hakkini vermeden kullandigim icin benden nefret edebilir. Oyle saniyorum ki; depresyonda olmak, su aralar bulundugum ruh halinden cok daha katmerli bir vakkadir. Bir kere tutarlilik gerektirir. Oyle bir gun depresyonlu, bir gun depresyonsuz olunmaz. Ya da ne bileyim, sabah uyanip soyle guzel bir kahvalti edip, gazeteleri, bloglari tarayip, emaillerine bakip, neseli olanlara gulup, hatta bir kismina cevap yazip kendine bir kahve yaptiktan sonra mesaiye baslar gibi gunluk depresyonuna baslayamaz insan. Depresyon dedigin surekli birseydir. Geldi mi gitmemelidir. Her insan "atsam kendimi su trenin altina ne olur acaba??" diye dusunur zaman zaman.. Ama depresyondaki insan, dusunmez atar. Zeytinin dedigi gibi sinus egrisi degildir depresyondaki insanin haleti ruhiyesi.. 0 (yaziyla sifir) derecedir hislerinin açısı.. yatar gider dumduz.. hatta gercek hayatta da yatar depresif insan devamlı.. "Hadi mangala!" diyen arkadaslarina kostura kostura bir de utanmadan suslene puslene gitmez. Kazara gitti diyelim, gittiyse de patlayana kadar yiyip icmez - depresyon istahini kapatir adamin. Isyerinde baslayan depresyon olmadigi gibi isten eve gelince biten depresyon da yoktur. Buna dense dense; "bir an once is aramasi gereken insan psikozu" denir. Depresif insan cok dusunur ama dusundukleri genelde "bak goruyor musun, bu sene de tatile gidemiyoruz", "haftasonlarimiz da ne kadar yavan geciyor canim, soyle kaydadeger biseyler yapsak", "artik biraz yagmur yagsa da cimleri sulamadan kurtulsak" seviyesinden bir miktar daha agir ve mesakatlidir. Daha da trajikomigi, bir depresyon insani bloguna "aman da son gunlerde pek depresiflestim ben" diyerek, her gordugu insana "acaba ben depresyona mi giriyorum? yoksa sence coktan girdim mi??" diye sorararak kendini desifre etmez, sessiz sedasiz kabuguna cekilir, ne depresyonu yasayacaksa yasar gider. Oyle elaleme nispet yapar gibi depresyon yapilmaz.. Yapana da hos gozle bakilmaz. Olsa olsa, iyi niyetli es dost "bu kizin su aralar cani sikkin, abartiyor iste" der, kotu niyetli es dost da "dikkat cekmek istiyor zilli" diyerek konuyu kapatir.

Kisacasi, ben sanirim depresyonda degilim. Bir kavram kargasasina sebep olduysam affola.

Thursday, June 29, 2006

Gec kaldik, cabuuk !!


Bunu yazacagima Tuna'ya soz verdim. Ve iste yaziyorum...

Kadinlarin biryere gitmek icin neden erkeklerden en az 15 dakika sonra hazir olduklari konusuna bir aciklama getirmemiz lazim kadin milleti olarak. Bunu hemcinslerime bir iyilik yapip ben ustleniyorum:

Kadinlar gec hazirlanirlar, cunku:
1- Siz erkeklerin sooyle ayaklarinizi uzatip televizyon seyrettiginiz yarim saat icinde bir kadin bir makine camasir yikar, bulasik makinesini bosaltir, daha onceden cikarttiginiz ama kirliye atmaya usendiginiz kiyafetlerinizi ayirir, okunmus gazeteleri, dergileri ve gun boyunca oraya buraya atilmis ivir ziviri toplar ve tum bunlari yaparken bir yandan da size bes dakika araliklarla "tras ol askim", "dusa gir askim!" seklinde hatirlatmalarda bulunur. Siz de bu hatirlatmalara, hatirlatmanin icerigi ne olursa olsun "bi dakka canim" dersiniz ve bu bi dakikalar seyrettiginiz programin bitisine kadar surer gider.

2- Siz nihayet kicinizi kaldirip dusa girmeye karar verdiginizde kadin sizin tarafinizdan bosaltilan alana dogru ilerler. Sehpalarin uzerlerindeki bilimum tabak, bardak, cop vs. yi toparlar. Koltuklari ve yastiklari puf puf eder (o da ne demekse?). Kicinizin altinda pacavraya donmus battaniyeyi havalandirir katlar, koseye koyar. Biri bir yana digeri baska yana dagilmis sandalyeleri duzeltir, vazodaki solmus gitmis kokmaya yuz tutmus cicekleri cope bosaltir. Onlari bosaltmisken copu de bosaltir. Hazir aklina gelmisken toz alir.

3- Bu esnada siz soyle guzeel bir banyo yapmis, tras olmus ve kendinize gelmissinizdir. Siz banyodan cikarken kadin girer. Dusa girmeden once su isinadursun, lavaboyu tuvaleti ovar. Hizini alamazsa kuveti de ovup dusa girer. Sacini yikarken de bos durmaz ne giymesi gerektigini dusunur. Ciktiginda sizi bornozunuzla bilgisayarin basinda bulur.

4- Siz emaillerinize bakarken kadin sacini kurutmaya baslar. Kadin saci dediginiz de sizinkiler gibi kendiliginden kurumaz ki! Kopuktu, fircaydi birsuru alet edevat gerektirir. O esnada siz kariniza "acaba ne giysem" diye soylenmeye baslarsiniz.

5- Sac kurutma makinesinden firsat bulup anlasabilirseniz ne ala. Yok anlasamazsaniz yaklasik 5 dakika kadar bir odadan digerine bagirarak ve karinizin sac kurutma islemini yaklasik 5 dakika uzatarak bir sonuca ancak varirsiniz. Sonucta giyilecekler belirlenir. Siz donup dolasip yine ayni kot ve t-shortunuzu giyerken karinizin banyoda giymeyi dusundugu pantolona uygun bluz, bluza uygun kolye, kolyeye uygun kupe, kupeye uygun sac, saca uygun makyaj, ve tum bunlarin yaninda da tekrar pantolona uygun ayakkabi, ayakkabiya uygun corap, bluza uygun ceket, cekete uygun canta gibi dusunulmesi gereken noktalar aklina gelir. O esnada erkek odaya girer ve "Askim bi sefer de saatinde hazir ol ama yaa, her seferinde gec kaliyoruz, niye vakitlice hazirlanmiyorsun anlamiyorum ki, ne yapiyosun bu saate kadar, bak bana ne guzel iki dakikada hazirlandim, sen iki saattir hazirlanamadin, blah blah blah blah blah" seklinde soylenmeye baslar.

Ve iste kadinlar bu yuzunden, evet evet, sadece ne giyeceklerine karar verememeleri yuzunden erkeklerden 15 dakika gec hazirlanirlar. Su kadinlar da yok mu?? Valla bi alem bunlar !!

Thursday, June 15, 2006

Nar

Cok uzun zaman olmus yazmayali.. Gerci son zamanlarda birkac yazma tesebbusum olduysa da gerek ruh halimin dengesizligi, gerek ise ust duzeyde bir yogunluk sebebiyle yazamadim. Bu kadar maymun istahli olup, hevesle bu blogu acip, sonra da boyle iki ayda bir yaziyorum diye vicdan azabi cekiyor muyum? Hayir.. Keyfimin kahyasi oldugum nadir alanlardan birisi burasi, bunu da boyle stres unsuru haline cevirirsem iyice deliririm kanaatindeyim.

Stratford gezimizden bir sure sonra "ha bitti, ha bitecek" diye diye uc bucuk seneyi devirdigim isimden ayrilip kendi basimin caresine bakmayi dusunuyordum ki, o da ne?? Isler yoluna girer gibi olmasin mi? Olsun olsuuun.. Alinan yeni kararlar, uzun konusmalar, planlar, havalarda ucusan dokumanlar, cizelgeler derken gelen ilk musteri de cabasi. Pek sevindik bu duruma tabii ama islerin iyi gitmesiyle yogunluk da artti. Neredeyse aylarca evden calisan, ise baslamadan once spora giden, kahve molasinda utu yapan ben, mesai saatim bir saat uzamis olarak ofise geri dondum ve trende insanlarla burun buruna, birbirimizin nefeslerini soluya soluya ise gitmek nasilmis bir kez daha hatirladim. Ardindan bir Turkiye seyahati geldi. Daha oncesinden gunlerce ne giyecegimi dusundugum ve sonucta ne giyersem giyeyeim karsimdaki ablalarin ustune asla gelemeyecegimi anladigim bir toplantidan ve otel odasinda kah calisarak, kah Turkce programlara hasret gidererek gecen uc dort gun sonra gidip ailemi gordum. Canimin kosesi Muratim, caninin kosesi Minesi ile aileyi tanistiracakti ve asla kacirilmamasi gereken bir olaydi. Ilac gibi geldi yine bu vuslat, herzamanki gibi donerken kendi kendime cok agladim. Ve herzamanki gibi aglamiyormus gibi yaptim. Allah'tan bu sefer yanimda canimin diger kosesi Mertim de vardi Istanbul'a kadar. Yine memleket ile ilgili bircok gozlemim oldu, tum gozlemlerimi kucuk defterime yazdim. Tuna'ya artik donme zamanimizin geldigi konusunda yeni argumanlar gelistirmeye calistiysam da cok basarili olamadim. Bu arada canim Zeytinim ve Erguncuumun bir kizlari oldu. Ceyda hanim annesi gibi tez canli oldugunu daha dogarken kanitlayarak bir ay erken tesrif etti. Bu olay benim yuregimi agzima getirtmekle birlikte, Duygu dogumdan uc saat sonra, sanki hicbirsey yapmamis, catir catir dogurmamis gibi bir sukunet , bir huzur icindeydi ki doganin gucune bir kez daha hayran kaldim.

Sonra eve geri donus ve tekrar bir adaptasyon sureci. Duygusal dengesizligim su aralar tavanlarda, kendimle basa cikamiyor gibiyim artik. Oyle ki, hicbirsey umurumda degil sanki. Bazen cumlelerimin ortasinda konusmayi kesip gidip uyumak ya da oylece pencereden disari bakmak filan istiyorum. Dun aksam morali bozuk bir arkadasima moral vermeye calisiyordum telefonda.. Dusundum ki, "Yaa senin ne haddine moral vermek, sen git kendini, kafani duzelt once". Konusmanin ortasinda, belki de onlarca anlamsiz ve amacsiz cumle sonrasinda aslinda konusmalarimin hicbiryere gitmiyor oldugunu farkettim. Birak dedim, herkese bir iyilik yap, karsindaki insani da kendini de kurtar, bir sus iki dakika... Nitekim de sustum cok lafi uzatmadim kapattim.

Isyerinde de bir stres altindayim ki son gunlerde.. anlatsam kitap olur o yuzden bu konuya girmek bile istemiyorum. Zaten is icin uzulmemeye karar verdigim gunden beri daha bir rahatim, en azindan ruyalarima girmiyor.

Yaa iste boyle gunler haftalar ve hatta aylar gelip geciyor biz de yasayip gidiyoruz. Arada guzel seyler de yapmiyor degiliz hani. Guzel filmler seyrediyoruz, kitap okuyorum, Tuna World Cup'tan eksik kalmiyor..Ben de artik sanirim tekrar eski rutinime donerim yaza adaptasyon surecimi tamamlayinca. Boylelikle bu yaz da biter ve biz arkasindan yine "ne cabuk gecti, daha 2006'ya yeni girmistik" deriz.. Her sene birbirinin aynisi olarak devam eder gider.. Turkiyedeyken aldigim ve onceki gece bitirdigim ancak hic hoslanmadigim bir Elif Safak kitabindan alinti yaparak sozlerimi noktalamak istiyorum simdilik. Zaman okyanusta bir damladir, ne kadar buyuk oldugunu asla bilemezsin demis Elif ablamiz. Bunu derinlemesine dusununce ortaya cok garip fikirler cikiyor. Mesela nasil oluyor da, bir sene bir gun gibi geciyor, sonra daha da garibi hayat bir sene gibi geciyor.. Bu cumle bu tarz dusunceleri getiriyor insanin aklina, ama ne var ki bu dusunceler insani asla bir yere goturmuyor. Su aralar ben en iyisi susayim biraz dusuneyim. Ve bu cumle de Baba ve Pic'te benim acimdan dusunmeye deger bulunan tek cumle olarak kayda alinsin.

Friday, April 21, 2006

Stratford Upon Avon - Bölüm 2



Geçen bölümde girdiğim pek bi mühim konulardan çıkmam iki günümü aldı dolayısıyla ancak yazbiliyorum.

Swan's Nest isimli otelimizin odasındaki küçük okuma seansımızdan sonra hemen kendimizi dışarı attık. Hava bir güzeldi, bir güzeldi kii Tunanın şaşkın bakışları karşısında, yaz kış boynumdan çıkarmadığım sarı paşminamı çıkarmakla yetinmedim bir de üstüne kazağımı da çıkarttım ve ceket - tshort ile dolaştım..Ne var ki, o esnalarda benim biricik Mertim ameliyata girmek üzereydi dolayısıyla devamlı aklım ondaydı. Öyle ciddi bir ameliyat olmasa da, 'benim kardeşim şu anda narkoz yerken ben nasıl böyle dolaşırım' konulu deprsyonumu Mert poposunun üzerinde birkaç dikişle ameliyattan çıkıp benle konuşana kadar üzerimden atamadım.

Sonrasında vurduk kendimizi Stratford'un yollarına... Tunayla İngiltere'nin böyle küçük köy ve kasabalarının, sahil şeridi kentlerinden çok daha karakterli olup olmadığı konusunda yaptığımız tartışmada fikir birliğine varamayınca, zevkler ve renklerin tartışılmaz olduğu konusunda hemfikir olup bir tartışmayı daha böylece aynı fikirde olarak kapattık! Ardından bu mevsimin insan soyunun pıtır pıtır çoğaldığı bir mevsim olduğunu gözlemledik zira ortalıkta yetişkin insan sayısı kadar da 1 ila 3 ay arası bebekler fink atmaktaydı. Kaç aylık olduğunu kestiremediğimiz bir insan evladının kıçının üstünde hoplaya hoplaya emekleme şekli ise bizi gülmekten yerlere yıktı... Sonra bu velet tatil boyunca her köşe başında karşımıza çıkmaya devam etti, biz de her gördüğümüzde ilk kez görmüşüz gibi gülmeye devam ettik. Böylelikle lay lay lom, kuşlar çiçekler, böcekler, bebekler modunda dolaştık.


Sonra yeter bu kadar avarelik dedim ben ve kendimi koca koca SALE yazan dükkanlardan birine attım.. Tuna da peşimden geldi, ve 'sen nasıl sakin bir tatil yapmak istiyorsan ben de alişverişsiz bir tatil yapmak istiyorum, ben seni dışarıda bekliyorum' şeklinde bir uyarıda bulundu. Ben de napıyım, gezinin geri kalan kısmını sabahın 8 inde uyanarak geçirmek istemediğim için söylene söylene çıktım dükkandan.. Gerçi bu uyarı, gezinin ilerleyen zamanlarında super indirime girmiş pembe bir pamuklu ipek karışımı bluz ve gümüş kolye almama engel olamadı tabii.. Sonuçta bu alışverişi indirimden yaparak aslında çok karlı bir iş yaptığımı, Tunanın bunları indirimden aldığım için bana teşekkür etmesi gerektiğini düşünerek ve kendimi çok iyi hissederek dükkandan çıktım... Eh, tatil dediğin böyle olmalı...insana kendini iyi hissettirmeli.... Şu kadınlar da bazen çok yüzsüz olabiliyorlar canıııım...


İlk günümüzün kalanını etrafta aylak aylak dolaşıp çok güzel vakit geçirerek, akşamını da Blue Lagoon diye tiki isimli bir Güney Hindistan lokantasında gayet güzel ama yavaş bir yemek yiyerek noktaladık. Nehir kenarından usul usul otelimize dönerken ertesi gün kayık kiralamaya karar verip, odaya gidip bir güzel çay içelim diye konuştuk...Odaya girmem ve uyumam arasında yaklaşık 15 dakıka vardı o yüzden çay kısmını pek hatırlayamıyorum...





Ertesi gün tam benim istediğim gibi uzuuun ve gazetelerimizi okuya okuya bir kahvaltı yaptık.. Dışarı çıktığımızda otelin hemen yakınlarında bir kelebek parkı olduğunu gördük ve tekrar Tunanın şaşkın bakışları altında - ben ki bu gezide hiç sergi, müze, park, bahçe, hayvanat bahçesi filan gezmeyeceğiz sözüyle yola çıkmıştım ki tam tersine ilk gördüğüm lokal atraksyona atladım - 'hadi girelim ne duruyoruz' dedik... iyi ki de girdik..


Kelebeklerin arkasından arabaya atlayıp Warwick Kalesinin olduğu kasabaya doğru yola çıktık. Çok trafik vardı, ama hiç 'SIKILDIIIIM' demedim ve yol boyu çok uslu durdum.. Sonra kaleyi bulduk ama girmedik nedense, üşendik biraz.. Bunun yerine kale civarındaki bir parkta oturup etrafı seyretmek daha iyi bir fikir gibi geldi. Hava biraz kapalıydı gerçi..



Ertesi sabah otelden çıkışımızı yaptık... Tuna bir çocuk gibi şen hemen kayık kiralayan adamlara doğru koşturdu, ben de arkasından somurta somurta gittim... Kayık, su, deniz, göl, nehir bunların hepsi de pek sevmediğim mevhumlar... 'Suya düşersek ceketim kötü olur, makinemiz bozulur ben en iyisi gelmeyeyim ben bunları bekleyeyim' dediysem de dinletemedim... Atladık kayığımıza, 'Row Row Row your Boats, gently down the stream' şeklinde ilerledik.. Gerçi pek gently olmadı bizim olay çünkü kayığın bir dümeni olduğunu anlamamız 45 dakikamızı aldı.. Kayığı bir saatliiğine kiraladığımızı düşünürsek, zekamızın hızına hayran kalmamak mümkün değil... Biz dümeni keşfedene kadar Tunayla aramızdaki diyaloglar şöyleydi:

Ben: Eyvaaah çarptıık çarptııık çarptııııık
Tuna: Aşkım bi çarptık çarptık diyene kadar sağa git sola git desene göremiyorum arkamııı
Ben: Aşkım var ya, bu ördeklerin üstüne üstüne sürüyorsun, valla toplaşıp gelip saldıracaklar bize haberin olsun...
Tuna: Altı üstü ördek, yiyecek değil ya seni...
Ben: Acaba burası boyu geçiyor mudur?
Tuna: Atla bi gör istersen....

Sonra başımıza bir facia geldi ki hatırlamak bile istemiyorum... Bir köprünün altından geçerken bizim kayık köprüye çarp!!! Halbuki o zaman ben dümeni keşfedip kullanmaya da başalamıştım ama kayık kayık değil ki Titanik mübarek, nasıl zor dönüyor... neyse, kurtulduk tabii Tuna'nın üstün manevra kabiliyetiyle ama bir saatimiz bitip kıyıya döndüğümğüzde toprağı öptüm yani o derece mutluydum ayağım karada olduğu için.. Bu arada bu kadar sıkıntının arasında yukarıdaki fotografları çekmeyi ihmal etmedim tabiii.. Bu Tunanın arkasındaki köprü de o hain köprü oluyor bu arada...


Kayık sefa(!!!)mızın ardından aslında Shakespeare'in doğum yerinde olduğumuzu hatırlayıp bari gidip görelim nerede doğmuş abimiz dedik... Gittik gördük... Allah analı babalı büyütsün dedik. Nitekim de öyle olmuş sanırsam... Benim tabii yine bir yazar olasım geldi buraları görünce, dedim kapatayım kendimi şöyle doğanın içinde bir eve, yazayım da yazayım.. Tuna 'ben wirelesssız yapamam, sen en iyisi bir süre daha bizim evde yaz' deyince ben de çaresiz kabul ettim...


Shakespeare ustaya hoşçakal dedikten sonra yola çıktık, civardaki köyleri geze geze evimize geldik... Ben bu köyleri gördükçe doğada yaşama konusunu ciddi ciddi düşünmeye başladım ve emeklilik sonrası için kendimize yaşayacak bir köy düşüne düşüne yolumuza devam ettik..Sonradan bu köy Turkiyede olsa, tüm aileyi toplasak hep beraber koloni şeklinde yaşasak ... ' şeklinde planlar uzadı da uzadı... Evimize geldiğimizde öyle yorgunduk ve evde olduğumuz için öyle mutluyduk ki köyü möyü unutup 'insanın evi gibi yok' dedik ve gerçek hayatımıza geri döndük.

THE END

Tuesday, April 18, 2006

Stratford Upon Avon - Bölüm 1



Geçtiğimiz hafta bizi bir telaş aldı. Paskalya tatili yaklaşıyordu ve evde kalıp 'sinemaya mı gidelim, kitapçıya mı gidelim, çimleri mi keselim' diyip diyip hiçbirini yapmadığımız, tatil bitince de arkamıza bakıp "Ne çabuk da geçiverdi 4 gün, tam da birşeyler yapacaktık " diyip hayıflanacağımız bir haftasonundan şiddetle kaçınmak niyetindeydik. Sonuçta ne zamandır gitmek isteyip bir türlü fırsat bulamadığımız Stratford Upon Avon'a, yani nam-ı değer Shakespeare'in doğum yerine gitmekte karar kıldık. Ama bu sefer gitmeden önce çok kendimizi yormadan gezip, sakin sakin geçireceğimiz bir tatil olması konusunda ısrarlıydım. Zira benim kocamın bir geziye çıkmadan önce bölgeyle ilgili neredeyse iki guidebook hatmedip, hiçbiryeri kaçırmamak için ant içmişliği vardır... Kendisi günlük hayatımızda on dakika yürüse hayata küser, ama ne zaman biryerlere gidilir, ben şöyle yatakta döne döne uyumak, otelin kahvaltısına mümkün olduğunca geç gitmek, gazetelerimi okuya okuya saatlerce kahvaltı yapmak, sonra odaya gidip bir yarım saat daha kestirmek isterim ki, benim kocaya bir heves gelir ve o heves de biz evin kapısından girene kadar geçmez... Neyse şikayet gibi algılanmasın, bu durumdan çok memnum kalmışlığım vardır geçmişte, vay bee buraları da gördük ya demişimdir sıklıkla... yine de bu tatilin farklı bir temada olmasını istedim bu sefer nedense o da sağolsun bu ricamı (!!!) kırmadı ve böylelikle sakin sessiz ve süper dinlendiğimiz bir üç gün geçirdik. Başta 'Abla anlatsana neler yapıyorsunuz haftasonunda' diye soran Mertom ve diğer eş dost tanıdık için tatilimizden birkaç kare:

Bu karede otelimize yerleşmişiz ve yeni ortamımıza adapte süreci yaşıyoruz. Tahmin edin Tunanın okuduğu kitap nedir? Evet, doğru.... Guidebook... Peki benim okuduğum? Hemen elimi uzattiğim sağ masada durmakta olan bir İncil... Çoğu standart otel odasında bulunan, muhtemelen çekmecede ya da sehpanın üerinde duran cinsten... Neden koyarlar, ne işe yarar, bir otel odasında da okuduğu İncilden esinlenip dine dönen var mıdır bilinmez ama tek bildiğim benim memleketimde bir otel de kalkıp tek bir odasına Kur'an koysa herhalde topa tutulurdu, kıyamet kopardı, saatler geceler boyu canlı yayında bu konu tartışılır çok mühim insanlar konu hakkında fikir beyan ederler, DİNCİLER ve LAİK ler birbirine girer, memleketimin çok kıymetli birkaç yüz saati de böylelikle heba olur giderdi.... Halbuki normalde ne oldu? Ben bir otel odasında bir İncil/Kur'an/Tevrat/Tipitaka, artık ne koydularsa gördüm, açtım, okudum, ilgliendim ya da ilgilenmedim, inandım ya da inanmadım.. Konu bende başladı, bende bitti... Kime ne??
Öncelikle birileri için kutsal olan bir kitabın böyle alelade bir şekilde ortalıkta bulunmasına kesinlikle karşıyım...dinin kaşla göz arasında yapılanından, göz göre göre yapılanına kadar her türlü propagandasına da karşıyım.. Ancak karşı olduğum başka birşey daha var o da memleketimde çoğunlukla pirenin deve yapılıp sonra bu develerin başımıza açtığı dertlerden kurtulmak için sonsuza dek uğraşılıyor olması. Stratford'daki bir otel odasından da bu konuya nasıl geldik çözmek mümkün değil belki ama o odada düşündüklerim bunlardı ve sadece fotoğrafları değil, fotoğrafın çekildiği anları da paylaşmak istedim...
Arkası Yarın... Ya da öbür gün... Bilemiyorum artık, bakacağız...


Sunday, April 02, 2006

YAGMURUMU KACIRDIM

Bir onceki yaziyi yazmak icin dogru modu bekledim saatlerce. Sonra cilgin bir yagmur basladi. Yagmuru eksik olan bir memlekette olmasam bile, boylesi kuvvetli bir yagmur ancak kuvvetli dusunceler ve ilham getirebilirdi. Hemen actim bilgisayari... Her seferindeki gibi birseyler yazacagim icin heyecanlandim. Bu olayi daha guzellestirmek icin yazarken konuyla ilgili birseyler dinlemek isteyebilecegimi dusundum, aklima ilk gelen tum zamanlarin en romantik adami Bulent Ortacgil ve sarkisi "Kucuk Seyler" oldu. Mukemmel bir secimdi. Kosarak asagiya indim, hangi CDsinde oldugunu hatirlamam cok zaman almadi. Yukariya, bilgisyarin yanina ciktigimda cok sukur yagmur hala yagmaktaydi. " Iste bu iyi oldu" diyerek CDyi yerlestirdim. "Kucuk Seyler"i buldum. Sonra, "Belki de kulaklikla dinlesem daha yogunlasirim." dedim kendi kendime. Baktim, yagmur son hiziyla devam ediyor, hizla kablolar, pirizler, suruyle gereksiz ivir zivir arasindan kulakligimi buldum, bilgisayara taktim, kulagima yerlestirdim... Bir gozum hala yagmurda... Biraz yavasladi mi ne?? Yok yok, hala yeterince kuvvetli... Olmuyor, olmuyor!!! Bu sefer de cok kulagimin dibinde bu muzik. Memnuniyetsiz bir sekilde, kulakligi cikardim oflayip puflayarak.. Blogu actim, Basligi attim... Hmmm, kimbilir, bir sicak latte yapsam kendime, kahvemi icerek yazsam... Sol basimda da yagmur... Ne guzel olurdu... Hemen kosarak mutfaga indim... Sutu isik hiziyla isttim, suyu kaynattim.. Uc dakika icinde tekrar bilgisayarin basindaydim... Ama sol basimdaki kuvvetli yagmuru biraktigim yerde bulamadim... Son birkac yuz damlaya yetistigimin farkina varmam cok zaman almadi. Ben ilk uc kelimeyi yazdigimda ise o kuvvetli yagmur yerini kuvvetli bir gunese birakmis, buyuk bir keyifle isildayarak keyfimi kacirmisti.

Artik her yazim bir mesaj icermesin istiyordum bugunden itibaren.. Her yasadigimdan bir hayat dersi cikarmayayim kendi kendime diye soz vermistim... Ama bundan da bir hayat dersi cikaramayacaksam; zaten hayattan cikarilacak bir ders de kalmamis demektir sanki... Oyleyse son bir kez: Her guzel sey, bir bahar yagmuru olabilir. Kahve yapayim, en sevdigim muzigi koyayim derken, farkina varmadan tuketebilirim durup dururken, ve isin kotusu o tukenince diger guzel seylerin, kahvenin ya da muzigin de artik bir degeri kalmayabilir. O halde... Birsey zaten guzelse, daha da guzellestirmek icin ugrasmak bazen bir zaman kaybidir ve hayat bu zaman kaybi icin fazla kisadir.

Aman Allah'im... Bu kadar klisheyi ben bile kaldiramiyorum bazen...

Dereotu (Varsa)

Dun Tuna aniden, durup dururken, ortada hicbir baska benzer konu yokken onun icin hazirladigim alisveris listelerini cok sevdigini soyledi. Kafasi numerik calisan, hayatin ve hayata dair herseyin onun icin 1 ya da 0 olarak var oldugunu dusundugum, duygulardan konusmaktansa ilim irfan deryalarina dalmayi yegleyen, bana hergun onlarca kez "Seni seviyorum" ya da "Seni ozledim" diyen, dilinden "askim", "guzelim", "bebis" i eksik etmeyen, ama bunlardan baska romantik bir cumle kurmak icin onceden planlama, programlama yapan kocamdan, ve hatta baska hicbir insandan bundan daha romantik, daha duygusal, daha sevgi dolu bir cumle duyamamistim, ve buyuk bir ihtimalle de bir daha duyamayacagim. Sevincten gozlerim doldu, simdi yazarken bile doluyor. Bundan daha temiz bir sevgi ifadesini herhalde bir de cocugumdan duyabilirim diye dunusyorum. Kocam benim alisveris listelerimi seviyor! En angarya islerden biri olarak hazirlayip ona verdigim, emailledigim, mesaj attigim listelerimdeki:
  • Dereotu (varsa)
  • Kirmizi biber (Hani su buyuk, renkli olanlardan)
  • Yumusatici (Kolay utu olanlardan yoksa alma askim!)
  • Ekmek (Guzel olanlardan, hatta italyan ciabatta, yoksa kalsin!)

seklinde her bir birimin yanina ona fikir olsun diye yazdigim, hayatini kolaylastirmak istedigim notlarimin ne anlama geldigini biliyor, anliyor, takdir ediyor. Ben Dereotu (varsa) derken, yoksa gidip baska yerlerden bulmaya ugrasmasin demek istiyorum, kirmizi biber (Hani su buyuk renkli olanlardan) derken, gidip kirmizi pul biber almasin demeye calisiyorum, ekmek reyonuna geldiginde, "Yaa bu kadin hangi ekmekten bahsediyor ??" diye dusuncelere dalmasin istiyorum. Ve o her dedigimin, ne demek oldugunu anliyor, Dereotu (Varsa) yi okuduktan sonra, "Ee, yoksa zaten nasil alabilirim ki??" seklinde kafasi karismiyor. Benim birtanecim, onun hayatini kolaylastirmak icin yaptigim kucuk seyleri seviyor; ve bizi de iste bu kucuk seyler bir cift yapiyor. Bes senedir boyunca hic bu kadar kendimi evli hissetmemistim, ve bu hatira hic silinmesin diye yazmak istedim. Bundan seneler sonra, ne olur bilinmez, ikimiz de huysuz, yasli ciftlerden birine donuseceksek, ya da dunyanin iki ayri kosesinde olacakask, ya da torunlarimiza anlatacak hicbir hatirayi hatirlayamayacaksak, buraya bakip bizi kari-koca yapan bu "bence ilk" olayi okuyup bu gunlere donelim, ve senelerce yaptigim ve daha nicesini yapacagim alisveris listelerini hatirlayalim istiyorum. Gozlerim dopdolu bu adamla evli oldugum icin bir kez daha sukrediyorum.

Wednesday, March 15, 2006

Bugun topuklu cizmelerimi giydim, istasyona yurumedim

Bugun kendim icin cok onemli birsey yaptim:

Her isgunu sabahi gorev bilinciyle evden istasyona kadar 15 dakika kadar yururum. Ayni mesafede giden otobusler de var, ama ben otobuse binmem, yururum. Yurumeyi cok sevdigimden degil, otobuse verecek param olmadigindan da degil. Bilmedigim bir sebepten, hatirlayamadigim bir gunden itibaren sabahlari kapidan cikar cikmaz yururum. Tunayla ayni treni yakalayacak olsak ve o otobuse binmek istese, beyimiz otobuse biner, yanimdan gecip giderken yuzunde muzip bi ifadeyle bana el sallar, ben yururum. Komsumla ayni anda kapidan ciksak, "Hadi birakayim seni terene" dese, ben binmek istemem, "Yok daha trene cok var" der (yalannn) yururum. Kar da yagsa, sel de bassa, gokten uc elma da dusse, ben hep yururum.

Bu sabah oysa...canim topuklu cizmelerimi giymek istedi...Dusundum, hayatta yuruyemem o kadar yolu bu topuklarin ustunde, en iyisi yine rahat botlarimi giyeyim. Yok, olmaz, canim tutturdu da tutturdu... Topuklu cizmelerimi giymek istiyor. Ben ne yaptim? Giydim cici cizmelerimi, yola koyuldum... Aylar hatta yillar sonra ilk kez otobuse binerek istasyona ulastim.. Yani bugun coook uzun bir aradan sonra ilk kez "gorevim" olan birseyi yapmadim. Bu gorevi bana kendimden baska kimse vermemisti, yapmasam dunya durmaz, kimse hayatindan olmazdi. Yine de her gun kendi disiplinimden bikmadan usanmadan gorevimi yaptim durdum... Bugun ise canim istemedi, yapmadim, ve daha da guzeli, yapmamaktan rahatsiz bile olmadim.... Sonra dusundum, bugun ben aslinda cok onemli birsey yaptim. Anlatmasi cok zor...ama ben bugun gercekten kendim icin onemli birsey yaptim.

Friday, March 03, 2006

ANLADIM


Herkesin "icimden gelen bir ses"i vardir sanirim, civardaki tek deli ben miyim yoksa??? Insanlar ne dusunur bu konuda bilemiyorum ama ben su icimden gelen sesten hic hoslanmiyorum. Cunku hic susmuyor, hep konusuyor.. beynimin icinde biryerlerde hic durmadan calisan bir asfalt delme makinasi gibi.. bazen cok yaklasiyor, sonra tekrar uzaklasiyor ama asla durmuyor.. devamli bir "DIRRRRR DIR DIR DIR DIR DIRRRR" geri vokali ile gecip gidiyor en guzel gunlerim.. dolayisiyla kendi bilincimin surekli bir eziyeti ile mucadele etmekteyim ve daha da kotusu bir sikayet merkezim bile yok bunun icin... yine de kabullenmislik isleri biraz daha kolaylastiriyor...

Bu sefer de icimden gelen bir ses, "yasgunumu cok guzel gecirecegim bu sene" diyerek yasgunumu cok guzel geciremeyecegimi soyledi durdu gunler boyunca... Kontrolun hicbir zaman bende olmadigini hatirlatti gorev bilinciyle.. Nitekim, icimden bir sesi hakli cikarircasina, cok sevdigimiz bir insanin babasinin hastaneye kaldirildiginin haberini aldik o gun.. Uc gun sonra da oldugunun... Ogrendigimde, dizlerim beni tasimadi, coktum kaldim ofisin koridorlarindan birinde... Hic gormedigim, tanimadigim bir insanin vefatina uzulmekten ote, onceki aksam "ben dayanamiyorum, gidip babami gorecegim, yasamasi icin elimden geleni yapacagim, makineye baglansin, komada yatsin, ne olrusa olsun yasasin" diyen arkadasimin yenilgisini tasiyamadim kendimce... bu kadar mi kontrolsuz bu hayat diye dusunmeye basladim.. hersey bu kadar mi kaygan... Ben babami en son ne zaman gordum diye dusundum... Yuz ifadesi nasildi... Bana nasil sarildi... en son ne dedik birbirimize.. "gule gule" mi dedi bana sarilarak, yoksa yine sakayla karisik her havaalanina varisimizdaki gibi "gitmesen olmaz mi?" seklinde mi soylendi.... ya da annemi de aglar gormenin verdigi bir ic daraltisiyla "aglama, anneni de uzuyorsun" diye mi cikisti, annemin yuzune bezgin bezgin bakarak... ben ote yandan, "baba hadi cok beklemeyin gidin" mi dedim, yoksa arkama bile bakmadan kapiya mi yetismeye calistim... en son kim el sallamayi birakti, kim bekledi digerinin gozden kaybolmasini.. neler soylendi vedalasmadan sonra yandakilere, nasil ustesinden gelindi bir ayrilmanin daha.. bu hatirayi geri getirmeye calistim beynimde butun gun, basaramadim.. Sonra hayati bu kadar bedavadan yasamamak gerektigini anladim, arkadasimin acisindan utanarak, sikilarak da olsa kendime bir ders cikardim... Benim gibi devamli endiselenen, herseyi kendine dert etmekle kalmayip yakin cevresine de ettiren, sirtinda bir kambur gibi tasa tasiyan bir insanin artik bir noktada kendine acimasi ve bir dur demesi lazim.. Bu hayat ileride olmasi muhtemel kotu seyleri dusunerek gecmiyor.. Sonra o kotu seyler yasandiginda daha once bunu zaten dert etmis olmak, olayin yukunu hafifletmiyor. Hersey ayni agirligiyla, ayni yogunluguyla ayni aciyla tekrar yasaniyor ve gunlerce, aylarca, yillarca bu acinin provasini yapmislikla kaliyor insan... Ben kendime her gun ayni eziyeti cektirmek istemiyorum bundan sonra, hergun yarinin tasasini cekerek yasamak artik zor geliyor.. Cunku tasa, dert gelmesi gereken zamanda geliyor ve bu bekleyis insani hicbirseye alistirmiyor.

Arkadasim benim tanidigim en guclu insanlardan biriydi, deprem ve kanser gibi pek cok aci basta olmak uzere daha ne dertlerin ustesinden gelmislerdi aile olarak. Ve bugun aldim haberini, kendi icinde bu acinin da ozumsemesini yapmis, nispeten iyiymis, huzunu geciremese de aciyi, inkari, isyani atlatmis.. Cok mutlu oldum onun adina ve bunu bir hayat tecrubesi olarak cebime koydum. Hayat, siz planlar yaparken basiniza gelen seydir demisti birileri, dogru da olsa degistirilemeyecek bir acizlik olmadigina karar verdim bu cumlenin. Ilk adimimi attim, babami aradim, ne annemden sikayetlerini, ne isler hakkindaki serzenislerini, ne de genel homurdanmalarini ciddiye aldim.. Hayattasin ya, gerisi umurumda degil dedim, telefonu kapattim.. O hicbirsey anlamadi, ama ben anladim...

Wednesday, February 22, 2006

Yaşgünüm Fobisi


Bir 24 Şubat günüydü... Bundan 13 sene önce.. Düsünüyorum da, ne uzun olmus. Bu beni su gerçege getiriyor; aslinda ne kadar küçük şeyler ne uzun zamanlar insanin beyninde saklı kalıp, senelerce hatırlanabiliyor. Gereksiz detaylara takilip kalmak, türlü hassasiyetlerle hayatı kendime zehir etmekte üstüme yoktur, bilenler bilir. Bu tür gereksiz hatıralardan biri işte bu da... Neyse, ben kendimi böyle kabul etmişim artık, atsan atılmaam satsan satılmam..Sadede geçelim.

Ne diyorduk. Bir 24 Şubat günü bundan tam 13 sene önce, sevinç ve heyecanla okuldan çıktım, eve doğru yürümekteydim... Herkesle selamlaşıyor, yanımdan geçen çocukların başlarını okşuyor, içimden şarkılar söylüyordum....O gün benim yaşgünümdü ya, o meşhuur 15 yaşıma basıyordum ya, tüm dünya da benimle beraber sevinçli ve heyacanlı olmalıydı tabii kii...Kuşlar çiçekler böcekler modunda, tam 15 yaşında, artık yaşımı başımı almış genç bir kiz olarak eve vardım. Anahtarımla kapıyı açtım... Annem mutfakta yine saçı başı dağıtmış hararetle ugraşıyor, bir yandan da anlamadığım birşeylere söyleniyordu...İşin kötüsü geldiğimi görmüş olmasına rağmen, 15 yaşıma girdiğimin farkında bile değildi sanki.. Ama nasıl olurdu...bu kadar büyük ve önemli bir konu nasıl unutulurdu... Birkaç dakika kapıda oyalandım...sanırım hala saf bir heyecanla annemin 'Sen misin kıızııım İyi ki doğduuuun' diyerek şöyle kocaman kucaklamasını beklemekteydim. Halbuki canım annem tüm hayallerimden habersiz bir yandan elindeki hamurla boğuşmasına devam ediyor bir yandan da menziline giren ilk insan olarak bana 'Kizim gel..gel..bak şu çekmeceden para al, git bakkala, iki kilo süt, bilmem ne kadar bilmemne....' şeklindeki direktifllerinee başlıyordu.. Kendi kendime 'Şimdi kafası karışık, hele bir kendine gelsin hatırlar' diyerek bakkalın yolunu tuttum.. Tahmin edilebileceği gibi bakkaldan dondüğümde, mutfaktaki işler bitince, hatta ilk okul yıllığım icin fotoğraf çektirmeye gitmeden önce ve geldikten sonra bile hala o gün 15 yaşıma bastıgım kimseye malum olmamıştı. Taa ki gecenin bir yarısı hayalkırıklığım tavan yapınca 'Kimse beni sevmiyor...kimse bugun benim yaşgünüm olduğunu bile hatırlamıyor' şeklinde bas bas bağırarak dünyayı evdeki herkese dar edene kadar... Sonuç: Annenin ilk şok ile kısa süreliğine girdiği ve akabinde 'al sen şu parayı dogumgünü hediyesi niyetine yarın git kendine bişeyler al kuzum, kusura bakma işte görüyorsun işim başımdan aşkındı' diyip kocaman sarilarak savuşturduğu bir vicdan azabı ve bu hatırayı senelerce beyninin içindeki küçük 'kötü hatıralar hafızası'nda saklı tutan, ve her 24 Şubat öncesi depresyondan depresyona koşan bir ben.

Bu kadar lak lakı niye ettim? Bundan sonra kimse bana bir kere daha 'Niye yaşgünlerini sevmiyorsun? ' sorusunu sormasin diye.. Sevmiyorum kardeşim yaşgünlerimi.. Çünkü hep bir hayalkırıklığı yaşamaktan korkuyorum.. Sevdiklerimden, beni hatırlamasını istediklerimden, kendimden, gelecek yeni yaştan, ve hatta belki de beklediğim her yaşın aslında gelmeme ihtimalinden doğacak ve doğması muhtemel bir hayalkırıklığı... Ustelik bir de panik oluyorum bu yaşgünlerinde, kendimi okula geç kalmış çocuklar gibi hayata geç kalmış hissediyorum...Zaten eminim ki, şu birşeyler için geç kalma hissini attığım an zihnimden mutlak huzura erişeceğim ama bu huzur önümüzdeki 24 Şubatta da buralarda olacakmış gibi görünmüyor. Yine de, izin verdim kendime o gün... Yapmak istediğim herşeyi yapıp yapmak istmediğim hiçbirşeyi yapmayacağım. İnşallah herşey yolunda giderse 'ideal bir yaşgünü' yaşayıp bu konudaki önyargılarımdan kurtulacağım. Yine de hala içten içe korkuyorum beni kimler unutacak bu yıl diye.. Yaşgünü Fobisi diye yeni bir fobi kazandırdım psikoloji dunyasına, hayırlı uğurlu olsun hepimize ...ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK (alkış efekti)

Tuesday, February 07, 2006

Efendime soyleyeyim...


Herzamanki gibi isime gideken bugun yolda, kimbilir ne masallar anlatiyordum ki kendime, bir deyis geldi aklima:

"Efendime soyleyeyim"

Kucuktuk.. babam nadiren evde oldugu gecelerde masal anlatirdi bize... Ya da hergunku hayallerini anlatirdi da bize babam anlattigi icin masal gibi gelirdi.. Ne var ki, cumle aralarinda "Efendime soyleyeyim" derdi zaman zaman.. Kimdi bu "efendi", bizi nerelerden dinlemekteydi hep merak ettim.. Bazi gecelerin sonunda, babamin anlattiklarini bize degil de efendisine anlattigi dusuncesi tadimi kacirdi birkac kez, yine de ses etmedim.. Zamanla farkettim: Bu "efendi" iki kucuk kardesin en buyugu oldugum icin BENdim... Birden kendimi kocaman, busbuyuk, hatta efendi kadar buyuk hissettim...ta ki babam bize masal anlatmayi birakana kadar...

Belki senelerdir duymadim bu deyisi, kendim de kullanmadim hatta.. Yine de nerelerden cikip beni buldugunu anlayamadigim bu hatira burnumun diregini sizlatti sabah sabah... Kendi kendime "Iste" dedim "ben bunu ozledim.."... Simsicak, comert, mutevazi, agirbasli, cocuklara anlatilan bir masalda bile "efendiye anlatma" hissi veren sevgili anadilim. Insan vatanini ozler, anasini babasini ozler, sevdigini ozler de anadilini ozler mi? Ben ozledim...

Monday, February 06, 2006

Birzamanlar.

Yazardim bir zamanlar, sonra nedense koptum yazmaktan... Hayat oyle hizla ilerledi ki yazmak ve dusunmek icin ne huzur birakti bende, ne de kuvvet.. Simdi biraz duraksamak istiyorum.. Zamanimi tekrar kontrol edebilmek istiyorum. Ne yazabilecegim, neler kalmis eteklerimde ben de cok merak ediyorum...

yeniyim ben burada..

Hosgeldim bloguma.. Blog demesek de baska bir isim bulsak buna aslinda. Cok teknik bir soguklugu var bu kelimenin.. Oyleyse, dusunelim....